29 Mart 2020 Pazar

bölüm-10-ceşitli-meseleler


KERAHET ve İSTİHSAN

Mübarek dinimizde helal, haram, mubah, mekruh, müstahsen veya gayri müstahsen şeylerin bir kısmı fıkıh kitablarımızda: "Kitabu'l-Kerahiye ve'l-İstihsan, Kitabu'l-Hazer ve'l-İbaha, Kitabu'l-Zühdi ve'l-Vera', Kitabu'l-Et'ime ve'l-Eşribe" gibi başlıklar altında yazılı bulunmaktadır. İşte bu ilmihalimizin bu sekizinci kitabı, bu kısma ait bazı meseleleri kapsamaktadır.

Bazı Dinî Deyimler

1- İstihsan, bir şeyi güzel saymak ve güzel sanmaktır. Fıkıh usulünde, "Zahiren kıyası bırakıp insanların ihtiyacına daha uygun olanı almaktır." Diğer bir ifade ile: "Kolaylık için güç olanı terk etmek ve herkesin alışık olduğu işlerde, din yönünden bir müsaadeye bağlı, kolaylık tarafını arayıp benimsemek" demektir. Burada İstihsan'dan maksad, çok gerekli ve çok güzel birtakım dinî meseleleri açıklamaktır.

Dinimizin güzel gördüğü ve müstahab saydığı şeylerden her birine "Müstahsen" denir. Bunun karşıtı da "Gayr-i müstahsen"dir.

2- Kerahiyet, lûgat anlamı bakımından, zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi fena görmektir. Din deyiminde ise, yapılmaması daha iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması demektir. Buna "Kerahet" de denir. (Mükelleflerin İşleri Bölümüne bakılsın.)

3- Hazer, lûgat anlamı bakımından engellemek demektir. Mahzur yerinde kullanılır ki, yasak anlamındadır. Din yönünden yapılması yasak olan şeylere denir. Çoğulu "Mahzurat"dır.

4- İbaha, mubah kılmak, bir şeyin yapılmasını ve yapılmamasını eşit tutup caiz görmektir. Bir şeyin yapılmasına verilen izin, bir ibahadır. Bir yemekten bir kimsenin yemesine yetkili zatın verdiği iznine de "İbaha" denir. (Mükelleflerin İşleri Bölümüne Bakılsın.)

5- Zühd, birşeyden yüz çevirmek ve kaçınmak anlamındadır. Dünyaya yönelmeyip ibadet ve hayır işleri ile fazla uğraşmak demektir.

6- Vera', harama düşmek korkusu ile şüpheli şeylerden kaçınmak demektir. Buna "Takva ve ittika" da denir. Vera ve takva sahibine de "Müteverri' ve Müttakî" denir.

7- Met'umat, yenen ve içilip tadılan şeylere denir. Her yenen şeye "Taam" denir. Bunun çoğulu "Et'ime"dir.

8- Meşrubat, içilen sıvı şeylerdir. Lûgatta her içilen sıvıya "şarab" denilir. Bunun çoğulu "Eşribe"dir. Din deyimide ise şarab, sarhoşluk veren herhangi bir sıvı demektir. "Hamr" denilen içkiye de "Şarab" denegelmiştir. (Helal, haram, mubah ve mekruh tabirleri için "Mükelleflerin İşleri" bölümüne bakılsın.)





Her Müslüman İçin Öğretme ve Öğrenmenin Gerekliliği

9- İlim elde etmek, her müslüman erkek ve kadın için bir görevdir. Şöyle ki: Her müslümanın yapmakla yükümlü bulunduğu din görevlerini yerine getirmek, hak ile batılı, helal ile haramı ayırmak için yeterince bilgi sahibi olması üzerine farzdır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur:

"Her müslüman erkek ve kadına ilim öğrenmek bir farzdır."

Başkalarına muhtaç oldukları şeyleri öğretmek için ilim öğrenmek de sünnettir, bir ibadettir. Bundan fazlasını bir kemal ve bir şeref olmak üzere öğrenmek de mubahtır. Başkalarına karşı öğünmek, mücadele edip büyüklenmek için ilim elde etmek ise mekruhtur.

10- İlim öğrenmek aslında hem ferdler için, hem de cemiyet için gereklidir. Bu bir zarurettir. Böyle zaruret mikdarı ilim öğrenmek, bir İslam toplumunun bütün ferdlerine yönelen bir farzdır. Ancak ilimlerin bir kısmı, her kişi için gerekli olduğundan bu kısmın öğrenilmesi bir farz-ı ayndır. Herkesin öğrenip bilmesi ve onu yapması gerekir.

İlimlerin bir kısmı da, her ferd için değil, cemiyet hayatı için gerekli olduğundan bunun öğrenilmesi de bir farz-ı kifayedir. Tıb, hesab, harb ve teknik ilimleri gibi... Bu ilimleri herkes elde edemez. Bunlarla toplumun bazı kişileri meşgul olabilirler. Bunları bir kısım şahıslar öğrenirse, bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat bu ilimlerle, İslam toplumunu meydana getiren şahısların hiç biri meşgul olmazsa, o toplumun bütün ferdleri Allah yanında sorumlu olurlar.

11- İslam dininde ilmin kıymeti pek büyüktür. İlim bir nurdur, bir hayattır, bir cemiyetin yaşamasına ve yükselmesine sebebdir. Cahillik ise, bir karanılıktır, bir ölüm, bir felakettir.

Resûlü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Lokman Hekîm'in oğluna şöyle bir öğüt vermiş olduğunu buyurmuştur: "Yavrum! Alimlerin meclisine devam et, hekimlerin sözlerini dinle. Çünkü Yüce Allah yeryüzünü çisinti ile dirilttiği gibi, ölü bir kalbi de şübhesiz hikmet nuru ile diriltir."

12- İslamda her meslek sahibi için, o meslekle ilgili dinî meseleleri bilmek bir farzdır, önemli bir görevdir. Ticaretle uğraşacak kimselerin ticaretle ilgili helal ve haram gibi işleri önce öğrenmeleri gerekir. Böylece yapacakları işlemlerde dine aykırı bir şey bulunmamış olur.

13- İslam kadınları, abdest, namaz ve oruç gibi dinle ilgili bir kısım meseleleri ya kocaları ve mahremleri aracılığı ile öğrenir veya kocalarının izni ile ara sıra bir ilim meclisine giderek öğrenmeye çalışırlar. Fakat kocalarının rızası olmadıkça bir ilim meclisine çıkıp gidemezler. Ancak bir kadına dinle ilgili bir meseleyi öğretmek gereği yüz gösterirse, bakılır: Eğer kocası bu meseleyi çözer veya ehlinden öğrenip kendisine bildirirse maksad elde edilmiş olur. Fakat kocası bunu çözemez ve sorup öğrenmekten çekinirse, kadın o meseleyi gidip ehlinden öğrenmek yetkisine sahibdir. Yeter ki o kadın, İslam adabına uygun hareket etmiş olsun.

14- İlim alanında hakka yardım için, bir hakkın açıklanmasını ortaya çıkarmak için, ilim üzerinde bilgilerin artmasını sağlamak için yapılan karşılıklı görüşmeler ve münazaralar caizdir. Bunlar ibadetten sayılır. Fakat bir müslümanı aşağı düşürmek ve mahcub etmek için, bir mala veya bir rütbeye kavuşmak için yapılacak etkili ve fazla konuşmalar ve tenkidler haramdır, İslam ahlakına aykırıdır.

15- İlim alanında "Mira Mücadele" denilen söz söyleme şekli asla caiz değildir. "Mira" başkasının sözlerinde veya anlamında görülen bir noksandan dolayı hemen ona itiraz edivermektir. Bu itiraz, kendini büyük görmekten ve göstermekten ileri gelir. Onun için söylenilen bir sözü hemen düzeltmeye kalkışmamalıdır. Ancak din yönünden bir yarar varsa, o zaman yumuşaklıkla ve kibarca hareket etmelidir.

Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Kul, haklı olduğu halde bile mirâyı (yersiz mücadeleyi) terk etmedikçe, imanın hakîkatını tamamlamış olmaz."

Hak olan şeyde ısrarla direnmek ve büyüklük taslamak asla caiz değildir. Böyle bir durum, gösterişten, kinden, çekememezlikten ve hırsdan ileri gelir. Bu, insan için pek büyük bir noksanlıktır.

"Kabul edilmeğe en layık olan hakdır."





İslâmda Va'zın ve Öğüt Vermenin Önemi 16- İslam dininde va'z etmek ve öğüt vermek pek önemli bir görevdir, bir farz-ı kifayedir. Kürsülerde ve minberlerde insanlara öğüt kasdi ile söylenen sözler (hutbeler) sünnettir. Peygamberimizin yoludur. Din hükümlerine uygun olarak ihtiyaca göre tatlı ifadelerle yapılan konuşmalardan, verilen öğütlerden herkes faydalanır. Bunlar birer uyarmadır. Bu uyarmalar mü'minler için çok yararlıdır.

17- Nasihat (öğüt), aslında hayır istemektir. Bir hadis-i şerîfde şöyle buyurulmuştur:

"Şübhe yok ki din, Allah için, Allah'ın kitabı ve Peygamberi için, müslümanların imamları için ve hepsi için hayır istemekten, (öğüt vermekten) ibarettir."

Doğrusu Allah'ın dinine hizmet için çalışmak, başkalarının hidayete ermelerine, mutluluğa kavuşmalarına ve selametlerine hizmet için uğraşmak ne büyük bir hayırseverliktir, ne yüksek bir harekettir!..

Bunun içindir ki, bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Yüce Allah'ın bir kimseyi, senin aracılığınla hidayete erdirmesi, senin için, güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden daha hayırlıdır."

18- Nasihat, gerçekten bir hayır işidir, çok sevimli bir hizmettir. Yalnız baş olmak sevgisi ile veya mala ve insanların takdirine kavuşmak maksadıyla yapılan öğütler ve konuşmalar, sahibleri için birer günahtır. İyi niyet bulunmadığı için de, Yüce Allah katında makbul değildir.

19- Allah rızası için bir hayır olarak yapılan öğütü kabul etmemek, ilmi üstün olan kimsenin hakka bağlı emir ve tavsiyelerine boyun eğmekten kaçınmak ise temerrüd (İnatçılık) denen kötü bir huydur. Bu da, kıskanmaktan, kendini beğenmekten ve nefsin arzusuna uymaktan ileri gelir.

20- İslamda iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak da bir öğüt ve hayır dilemekten ibaret çok önemli bir görevdir. Müslümanlar bu görevi gereği üzere yerine getirmiş olmakla diğer milletlerden seçkin bir millet olmuşlardır. Kur'an-ı Kerîm'de de övülmüşlerdir.

21- Maruf yaratılışa uygun ve dince güzel görülen şeydir. Münker de, aksine yaradılışa aykırı ve dince çirkin bulunan şeydir. Onun için her müslüman kendi din kardeşi hakkında ve bütün insanlık hakkında hayır ister, iyiliği emreder ve öğüt verir. Kötülüklerden sakındırmayı da bir din görevi bilir. Ancak bu görevin dereceleri vardır. Şöyle ki: Bu yol gösterme görevinin yapılmasında, karşı taraftan bir kötülüğün ortaya çıkacağı düşünülmüyorsa, bu görev işe el koymakla, değilse sözle yapılır. Bu da tehlikeli ise, yalnız kalb ile yapılır. İyiliğin yapılması, kötülüğün de terk edilmesi için kalb ile dua yapılır.

22- Bir müslüman yapacağı iyiliği tavsiye ve kötülükten alıkoma görevinin zararız olarak kabul edileceğini üstün görüşü ile anlamış olursa, bu görevi yapmak ona vacib olur, bunu terk edemez. Fakat bu yüzden döğülme ve sövülme gibi bir tepki göreceğini anlarsa, bu görevi bırakması daha iyidir. Sözünün benimsenmeyeceğini bilmekle beraber böyle bir tepki de olmayacağını anlarsa, serbestir; isterse öğüt verir, isterse vermez. Fakat öğüt vermesi daha iyidir. Bu yolda bazı zorluklara katlanmak bir mücahededir.

23- Bir kimsenin emrettiği veya yasakladığı şey, hakka ve ihtiyaca uygun ise, kabul edilmelidir. Öğüt veren, söylediklerini yapmamış olsa bile, doğru olan şey kabul edilir. Şu da gerçektir ki, bir emir ve yasağın ruhlara tesir edebilmesi için, bu görevi yapmaya çalışan kimse şu beş vasfı kendisinde bulundurmalıdır:

1) Bilgi sahibi olmalıdır. Çünkü bilgisi olmayan kimse bu görevi güzelce yapamaz.

2) Söylediği şeyle kendisi de amel etmelidir. Değilse:

"Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz?" azarına muhatab olur.

3) Bütün sözlerinde Yüce Allah'ın rızasını ve müslümanların yükselmelerini gözetmelidir. Bunu hedef edinmelidir.

4) Dinleyiciler hakkında şefkat göstermeli, irşad görevini tatlılık ve yumuşaklıkla yapmalıdır.

5) Sabırlı ve iyi huyu olmalı. Sertlikten ve şiddetten kaçınmalıdır.

Şunu da ekleyelim ki, halk tabakasından olan kimselerin, ilim ve irfan sahibi şahıslara iyiliği emretmeleri ve kötülüğü yasaklamaları uygun değildir. Böyle bir davranış edebe aykırıdır. Kendi haklarında bilmeyerek bir zarara sebeb olabilir.





Mukaddesata Hürmet ve Saygı 24- Yüce Allah ile ilgili olan, din yönünden pak ve temiz bulunan manevî büyüklüğü kazanan şeylere Mukaddesat (Kutsal şeyler) denir.

Yüce Allah mukaddes olduğu gibi, onun bütün isimleri de mukaddestir. Öyle ki, bir yüce ismi de "Kuddüs"dür.

Yine, Yüce Allah'ın kitabları, Peygamberleri ve velileri de birer kudsiyet kazanmışlardır. İslam ibadetleri birer mukaddes görevdir, İslam mabetleri de mukaddes ve mübarek yerlerdir.

25- Biz müslümanlar, bütün mukaddes varlıklara son derece saygı ve hürmetle mükellefiz. Mukaddesata saygı ve hürmet etmeyen kimse, ruhu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan yoksun kalmış, gaflet içine düşmüş bir insan demektir. İnsanlık değerini kaybetmiş olur.

26- Mukaddesata yapılacak hürmet ve saygının şekli, mukaddesatın hüviyet ve mahiyetine göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki:

27- Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlayacağımız zaman, Yüce Allah'ın adını anarak Besmele okumamız gerekir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Herhangi hayırlı bir işe Bismillah sözü ile başlanmazsa, o iş bereketsizlikdir, güdüktür."

28- Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini anarken "Teala, Celle Celâlühu" gibi bir ifade kullanırız. Allah Teala, Hak Celle ve Alâ deriz. Veya "Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri" deriz. Bunları söylemek, birer İslam terbiyesi gereğidir.

29- Büyük Peygamberimizin yüksek isimlerinden biri anılınca salat ve selam okuruz. "Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem," deriz. Mübarek isimlerinden birini yazdığımız zaman da "aleyhissalatü vesselam, sallallahu aleyhi ve sellem" diye yazar veya okuruz.

Diğer Peygamberlerin mübarek adlarını da "Selam" ile anarız. "Adem aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam" deriz, iki peygamber anılırsa: "aleyhimesselam", ikiden çok olurlarsa, "aleyhimüsselâm" denilir.

30- Peygamberlerden başka kimseler, yalnız başına oldukları zaman salat ve selam ile anılmazlar. Ancak bunlar peygamberlerle beraber anılınca, salat ve selam'a katılabilirler. Ebû Bekir aleyhissalatü vesselam veya aleyhisselam, demeyiz. Yine Allah Teala Ashab-ı kirama salat ve selam buyursun, demeyiz. Ancak şöyle deriz: "Allah Teala, Hazret-i Muhammed'e, onun âl ve ashabına salat ve selam buyursun."

Peygamberlerle onlara uyan ashabı kiramın aralarını ayırmak ve saygıdaki farka işaret etmek için böyle yapmak, İslam adabından olarak bütün alimler arasında kabul edilmiştir.

31- İsimleri yalnızca anılan seçkin ashab hakkında, "radıyallahü anh" deriz. Bunlardan iki kişi için, "radıyallahü anhüma" ve ikiden çok kimseler için de. "radıyallahü anhüm" deriz.

Diğer alimler için, "rahmetullahi aleyh, rahmetullahi aleyhima, rahmetullahi aleyhim" denilir.

Evliya-i kiramdan tanınmış zatlar için: "Kaddesallahü Esrarehü, esrarehüma, esrarehüm" denilebilir. Bütün bunlar, İslam adabı gereğidir.

32- Bütün ashabı kiram ve din büyüklerini hayırla anmak, hepsine karşı sevgi ve saygı göstermek, hiç birine dil uzatmamak gerekir. Onlar arasında geçen bazı olayları ileri sürerek haklarında hürmete aykırı sözler söylemek hiç bir müslümana yakışmaz, ve asla caiz olmaz.

33- Kur'an-ı Kerimi okumaya "Euzü çekerek ve Besmele okuyarak" başlanır. Rabbimizin bu mukaddes kitabından gereğince yararlanmak için her halde yüce varlığına sığınmamız ve kendisinden yardım dilememiz lazımdır.

34- Bir Kur'an-ı Kerim ele alınarak okunacağı zaman abdestli bulunmak gerekir. Okurken kıbleye dönmeli, toparlanıp saygılı bir duruma geçmelidir. Abdestsiz kimse kılıfsız (bir mahfaza içinde olmayan) Kur'an-ı Kerimi ele alamaz. Kutsal kitabı ancak temiz ve abdestli olan eller tutabilir.

35- Kur'an-ı Kerim, temiz yerlerde, avret yerleri kapalı olan kimselerin yanında, onu dinlemeleri şartı ile, açıkça okunabilir. Pis yerlerde veya avret yerleri açık olanlarla başka işle uğraşanlar yanında açıkça okunması mekruhtur.

Dışarda bulunup okunan Kur'an-ı Kerime karşı saygılı bir vaziyet takınmayacak kimselerin işitecekleri şekilde aşikare Kur'an okunması uygun değildir. Bu durum, Kur'an-ı Kerime saygısızlığı ve halk için de manevî sorumluluğu gerektireceğinden buna sebebiyet vermemelidir.

36- Hattat olan bir yazar, yazacağı Kur'an-ı Kerim'in yapraklarını yüksekçe tutup ince olmayan bir kalemle ve temiz bir mürekkeble beyaz kağıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır. Kur'an-ı Kerim nüshalarını pek küçük boyda ince kalemlerle yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın veya gümüşle süslenmesi, bir saygı ifade ettiğinden caiz görülmüştür.

37- Kur'an Kerim'i, Hacer-i Esved'i, Kabe'nin eşiğini hürmet için öpmek caizdir. Buna "Diyanet öpmesi" denilir. Mübarek bir adamın elini öpmeye de "Tahiyye Öpmesi" denir.

(İmam Şafiî'ye göre ekmeği öpmek, mubah veya hasen olan bir bid'attır. Bu öpmek, Hanefîlerce de mubah görülebilir.)

38- Kur'an-ı Kerimle, diğer din kitabları ile, kaşında (yüzüğün taşında) Kur'andan bir şey yazılı yüzüğü dinde taşıyarak, bir zaruret bulunmadıkça, helaya (tuvalde) girilmez, hürmete aykırıdır. Bunları helaya girmeden önce çıkarmalı ve temiz bir yere bırakmalıdır.

39- Bir Kur'an-ı Kerim okunamayacak hale gelince, temiz bez parçası içine konup ayak basılmayacak bir yere gömülmelidir. Bu, Kur'an'ı bir küçümseme değil ona bir ikramdır. Bununla beraber üzerine toprak atılmamalı, tahtadan bir çatı yapılmalıdır. Bu gibi Kur'an-ı Kerimleri yakmak caiz değildir.

Kur'an'dan başka diğer din kitabları eskiyince hem gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de içlerindeki mukaddes isimler silindikten sonra yakılabilirler. Bu gibi kitabların kağıtlarına bir şey sarmak dine ve ilme karşı hürmetsizliği doğuracağından caiz olmaz.

Yine, içlerinde Yüce Allah'ın veya Resül-ü Ekrem'in isimleri yazılı kağıt parçalarına da, bu isimler silinmeksizin bir şey sarılması mekruhtur.

40- Mabedlere karşı saygılı olmak da vacib olan bir görevdir. Bir cami veya mescide hürmetle girilir. Bunların içinde edeb ve saygı ile oturulur. Biçimsiz ve yersiz hareketlerden gereksiz konuşmalardan kaçınılır.

(Mescidlere ait hükümler bölümüne bakılsın!...)

41- Kur'an-ı Kerim'e, din ve imana, Peygamberlerden herhangi birine Peygamberin bir sünnetine, bir hadis-i şerife, bir İslam mabedine -Allah korusun- sövmek, hakarette bulunmak veya bunlardan birini küçümseyip hiçe saymak küfürdür. Bundan hemen tövbe etmek, Allah'dan mağfiret dilemek ve böylece imanı ve nikahı tazelemek icab eder.

Bir insanın sarhoş halinde böyle çirkin bir işte bulunması, küfrünü gerektirmez. Çünkü küfür inanç bölümündedir, aklın gitmesiyle beraber küfür gerçekleşmez. Böyle bir kimse için gerekli olan günahından tevbe etmek ve içkiye son vermektir. Böyle bir harama devam etmemektir.

42- İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış olan muhterem bir yaratıktır. Hiç bir kimseye sövülmemesi gerekir. Hele ağıza sövülmesi büyük bir günahtır. (Hakimin takdir edeceği ölçüde) tazir cezasını ve tevbe etmeyi gerektirir. Öyle ki, bazı fıkıh alimlerine göre, bir müminin ağzına sövülmesi küfrü gerektirir. Çünkü müminin ağzı iman ve Kur'an yeridir. Onun ağzına söven, Kur'ana dil uzatmış gibidir. Onun için böyle yapan kimsenin imanını ve nikahını tazelemesi gerekir.

43- Kur'an-ı Kerimi veya herhangi bir din kitabını bilerek temiz olmayan bir yere atmak, Kur'an-ı Kerim ayetlerini ve kelimelerini sihir (büyü) gibi bir maksadla temiz olmayan şeylerle yazmak ve yine bu maksadla hürmete aykırı sözler söylemek küfrü gerektirir. Onun için bu gibi sözlerden son derece kaçınmak gerekir.

44- Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara ve gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı-koca arasını açan birtakım dökümlerden, yazı, dua ve efsunlardan ibarettir ki, bütün din alimlerince (müctehidlerce) kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fasık kimselerin ellerinden çıkabilir. Öyle ki, bazı müctehidlere göre, sihri öğrenip başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar; öldürülmeleri gerekir. Ancak bu işin cevazına inanmayarak yalnız kendisini büyünün fenalığından korumak için sihir yapmayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.

45- "Büyücüler ve şeytanlar her istediklerini yaparlar" diye bir inanca sahib olmak da küfrü gerektirir.

Sihrin (büyünün) bir gerçek tarafı var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz bağcılıktan ibaret midir? Üç imama göre, sihrin gerçek bir yönü vardır. Bazı büyüler Yüce Allah'ın dilemesiyle tesir ederler. Fakat İmamı Azam'dan rivayet edildiğine göre, sihrin ne hakikati vardır, ne de eşya üzerinde bir tesiri vardır. Bazı olaylar bir rastlantı eseri olabilir. Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşidi sadece bir sanattan ibarettir, bir üstünlüğü yoktur.

46- Sihir yapanların tevbeleri, bazı müctehidlere göre kabul olunur, bazılarına göre olmaz. Muhakkak dünyada ceza görmeleri lazımdır. Çünkü bu bir zındıklıktır.

47- Kehanette bulunmak (gaybdan haber vermek), yıldızlardan birtakım hükümler çıkarmak, "Remil" atmak da haramdır. İslam dini bu gibi işleri kesinlikle yasaklamıştır. Bunlarla zaman öldürmek, aydın ve düşünen insanlara asla yakışmaz.





Din ve Muamelâtta Sözleri Kabul Edilecek ve Edilmeyecekler 48- Sadece dinle ilgili Allah'la kul arasındaki bir ibadet işinde adaletli olan kimselerin sözleri kabul edilir. Fasıkların ve gayr-i müslimlerin sözleri kabul edilmez. Bir suyun temiz olmadığını adalet sahibi bir müslüman haber verir de, başka su bulunmazsa, teyemmüm caiz olur. Fakat bunu fasık veya ne olduğu bilinmeyen veya gayr-i müslim bir kimse haber verirse, araştırma yapmak gerekir. O suyun gerçekten temiz olup olmadığı araştırılır. Sonunda kuvvetli görüşe göre işlem yapılır. Şöyle ki: Eğer bu haber veren kimsenin doğru söylediğine kuvvetli bir zan hasıl olmuşsa, yalnız teyemmüm yapılır. Yalan söylediği hakkında kuvvetli zan varsa, o su ile abdest alınır ve ihtiyat olarak da teyemmüm edilir.

49- Bir suyun temiz olduğunu bir adil müslüman ve temiz olmadığını, diğer adil bir müslüman haber verse, bu suyun temiz olduğuna hükmedilir. Çünkü suda asıl olan temiz olmaktır. Fakat ölü bulunan bir hayvanın boğazlanmış olduğunu bir adil ve boğazlanmamış olduğunu da diğer bir adil şahıs haber verse, burada en kuvvetli olan kanaata göre işlem yapılır.

50- Bir gayr-i müslimin ihtida ettiğini (İslamı kabul ettiğini) bir müslüman haber verse, onun üzerine cenaze namazı kılınması caiz olur.

51- Alım-satım ve benzeri muamelelere gelince, bunlarda adalet şart değildir. Fasıkların ve gayr-i müslimlerin sözleri de bu işlerde kabul edilir. Hatta bunların bu muameleler içinde saklı helal ve harama ait sözleri de geçerlidir.

Misal: Bir gayr-i müslim, yanında bulunan bir et hakkında: "Ben bunu bir müslümandan veya bir kitab ehlinden aldım" dese, o eti bir müslümanın yemesi helal olur. Aksine olarak "bir Mecûsiden aldım" dese, helâl olmaz.

Muamelat denilen işler, çok geniş ve çok kapsamlıdır. Onun için bu işlerde gayr-i müslimlerin de sözlerini kabul etmek sosyal bir zarurettir.





İslâmda Aile ve Akrabalık İlişkileri 52- Müslümanlar arasında bir din kardeşliği vardır. Bu, din bakımından genel bir yakınlık ve akrabalıktır, en kuvvetli bir bağdır. Bu yönden müslümanlar, herhangi ırka, herhangi yurda bağlı olurlarsa olsunlar, birbirine bağlıdırlar, birbirini sever, birbiri hakkında hayır isterler. Bir ayet-i kerimede buyurulmuştur.

"Mü'minler şübhe yok ki, kardeştirler."

Bundan başka müslümanlar arasında birbirinden farklı derecelerde bir soy, bir neseb, bir hısımlık ve akrabalık vardır. Bu bakımdan da aralarında birtakım görevler haklar ve hükümler bulunur. Bunların gözetilmesi dinimizce gereklidir.

53- Müslümanların çoğalmaları ve kuvvetlenmeleri, yurdlarını ve varlıklarını savunabilmeleri aralarında aile ocağının gelişmesine bağlıdır. Bu yönü ile aile kurmak ve bu ailenin devamına çalışmak İslam'da önemli bir görevdir. Şöyle ki: Aile yuvası kurmaya gücü yeten ve kendisinde kuvvetli bir meyil bulunan müslüman için evlenip aile sahibi olmak vacib veya farzdır. Nefsi taşkın olmayan bir müslüman için de bir müekked sünnettir.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Evleniniz, çoğalınız; çünkü ben, kıyamet günü ümmetlere karşı sizinle öğünürüm."

Fakat kadına zulüm ve eziyet edileceği bilinerek zevce haklarını çiğneyecek olan kimsenin evlenmesi haramdır. Çünkü bu durumda aile hayatından beklenen yararlar elde edilemez.

54- Talak (boşama) işine gelince: Bu bir yönden meşru ise de, diğer bir yönden yasaktır ve sakıncalıdır. Şöyle ki: Aile hayatından beklenen şeyler elde edilmeyince veya iffet ve geçim bakımından bir fenalık yüz gösterirse, boşama meşrudur, müstahsendir. Fakat böyle bir gerek ve zaruret bulunmadıkça boşama kötüdür, müstahsen değildir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Allah katında helal olan şeylerin en sevimsizi boşanmaktır."

Onun için aile hayatını yaşatmaya çalışmalı, gereksiz olarak ayrılma ve boşama olaylarına meydan vermemelidir. Bunun sorumluluğundan çekinmelidir.

55- Her müslüman için aile hayatı ile ilgili din meselelerini yeteri kadar bilip onları uygulamak da bir görevdir. Kimlerin birbiri ile evlenemeyeceğini, kimlerin evlenebileceğini ve kimler arasında mahremiyet bulunduğunu bilmek gerekir.

56- Nikah denilen evlenme akdi (sözleşmesi) karı-koca olacak müslümanlar veya bunların velileri veya vekilleri arasında iki mü'min erkeğin veya bir erkekle iki mü'min kadının şahidlikleri ile gerçekleşir. Çiftlerden biri tarafından teklif ve diğeri tarafından kabul olur. Şöyle ki: "Ben seni zevce edindim" diye yapılan teklife, karşı taraf da "Kabul ettim" der. Çiftlerin veli veya vekilleri de şöyle der: "Ben falanın kızı falanı, velisi veya vekili olduğum falan için zevce kabul ettim," diye yapılan teklife karşı: "Ben de falan kimseyi, velisi veya vekili bulunduğum falancaya veli veya vekil olarak evlendirdim." der. Buna da şahitler şehadet ederler. Böylece icab ve kabul tamamlanıp akid yapılmış olur. Ayrıca kadına "Mehir" adı ile emsaline kıyasla bir mal verilmesi veya anılması gerekir. Bu "mehir" her iki tarafın rızası ile daha önce de tayin edilebilir. Kadın bu mehrini sonra kocasına bağışlayabilir.

57- Babalar, dedeler, anneler, nineler, erkek ve kız kardeşler, amcalar, dayılar, halalar ve teyzeler arasında bir soy yakınlığı ve ebedî bir mahremlik vardır. Bunlar arasında nikah asla caiz değildir. Bir kimse, hiç bir zaman bunlardan herhangi birini nikahlayamaz.

Yine, bir kimse, kendi kardeşinin kızını ve bunun torunlarını da alamaz. Fakat bir kimse, amcasının, halasının veya teyzesinin kızını alabilir. İki kardeş çocukları birbirleriyle evlenebilirler. Bunlar arasında akrabalık varsa da mahremiyet yoktur.

58- Süt emme ile meydana gelen mahremiyet de, soyla sabit olan mahremiyet gibidir. Onun için bir kimse ile süt babası, süt anası, süt dedesi, süt ninesi, süt kardeş evladı, süt halası, süt teyzesi arasında ebedî bir mahremiyet vardır. Bunlar birbirleri ile evlenemezler.

Süt mahremiyetinin gerçekleşmesi için, süt emen çocuğun iki buçuk yaşından küçük olması ve emdiği sütün boğazından geçmiş olması şarttır. Bu iki buçuk yıldan sonra emilen veya içilen süt ile süt evladlığı veya kardeşliği olmaz. Bu müddet İmam Azam'a göredir. İki İmama göre süt emme müddeti iki senedir.

59- Zevcenin kocasının bazı akrabaları ile ve kocasının da zevcesinin bazı akrabaları ile Sıhriyet (Hısımlık) bakımından mahremiyetleri olur. Bu ise nikahın cevazına engeldir. Şöyle ki: Bir kimse, kendi karısının anasını, ninesini, başka kocasından olan kızını veya torununu asla nikahlayamaz. Karı koca arasındaki evlilik kalkmış olsa bile...

Bir insan eğer bunlardan birine, helal olmadıkları halde yaklaşmış olsa veya bunların bir uzvunu, harareti duyurmayacak bir engel olmaksızın şehvetle tutsa veya öpse, bunun karısı kendisine ebedî olarak haram olur. Buna "Hürmet-i Müsahere" denir.

60- Bir kadın da kendi kocasının babası ile veya başka zevcesinden olan oğlu ile, torunu ile evlenemez. Bunların arasında da ebedî bir hürmet vardır. Eğer aralarında helal olmayan bir yakınlık (temas) veya şehvetli bir ilişki (dokunma) meydana gelse, bu zevce ebediyyen kocasına haram olur.

61- Bir erkekle, kendi karısnın kız kardeşi, halası veya teyzesi arasında geçici olarak bir hürmet vardır. O erkeğin zevcesi ile boşama gibi bir sebeble nikah (zevciyet) kalkınca, iddet çıktıktan sonra bunlardan herhangi birini nikahlayabilir.

62- Bir kimse, üvey annesi ile, kendi oğlunun veya torununun karısı ile asla evlenemez. Nikah kalksa bile bu caiz olmaz. Bunlar arasında da "Hürmeti müsahere" vardır. Eğer bir kimse oğlunun veya torununu zevcesine veya babasının zevcesine gayr-i meşru ilişkide bulunsa veya şehvetle dokunsa, bu kadın kocasına ebedî olarak haram olur.

63- Hısımlıktan doğan haramlık, meşru olmayan ilişki ile de meydana gelir. Şöyle ki: Bir kimse, gayr-i meşru surette ilişki kurduğu veya şehvetle tuttuğu veya öptüğü veya tenasül organına şehvetle baktığı bir kadının neseb veya süt yönünden anasını, ninesini, kızını, torununu asla alıp nikahlayamaz. Bunlarla kendisi arasında ebedî bir haramlık bulunmuş olur. Bu yapmış olduğu haram işin bir nevi cezasıdır.

64- Bir müslüman başkasının nikahında veya iddetinde bulunan bir kadını alamaz. Yine, bir müslüman Kitab Ehli denilen bir Yahudî ve Hıristiyan kadınla evlenebilirse de, bir Mecusî veya putperest kadını nikah edemez. Ancak kadın şirkini terk ederse, o zaman caiz olur.

Müslüman bir kadın ise, hiç bir gayr-i müslimle evlenemez. Bu İslam dininde kesinlikle haramdır. Böyle bir durum, İslam şerefine, İslam yararına, müslüman kadının selamet ve mutluluğuna aykırıdır.

65- Müslümanların karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilerinde bir hürmet ve nezaket vardır. Bir müslüman, başkasının evine rızası olmadan giremez. Başkasının evi içine, izni olmadan dışardan bakamaz. Sözleri ile kimseyi rahatsız edemez.

Erkekler, göbekleri altından diz kapakları altına kadar olan yerleri müstesna olmak üzere, birbirlerinin diğer bütün organlarına bakabilirler.

66- Kadınların birbirlerine veya kocaları olmayan erkeklere bakmaları da, erkeklerin birbirlerine bakmaları gibidir. Onun için müslüman kadın, diğer bir kadının veya bir erkeğin göbeği altından diz kapakları altına kadar olan kısmına bakamaz, diğer uzuvlarına bakabilir. Ancak bir şehvet duygusu, kalben bir istek ve meyil bulunmamalıdır.

67- Bir erkek, kötü bir niyet olmaksızın yabancı olan (kendisine nikah düşen) bir kadının yalnız yüzüne ve ellerine bakabilir. Fakat kendisine ebedî olarak haram bulunan anasının, kızının ve teyzesi gibi kimselerin yüzlerine, başlarına, göğüslerine, kulaklarına ve baldırlanna, yine aralarında şehvet korkusu olmamak şartı ile bakabilir.

68- Erkekle zevcesi arasında özel durum olduğundan bunlar şehvetle veya şehvetsiz olarak birbirlerinin bütün vücudlarına bakabilirler. Yalnız cinsel organlara bakılmaması daha iyidir, edebe uygun olan budur.

69- Bir doktor tedavisinde bulunan bir kadının hasta olan herhangi bir organına zaruret mikdarı bakabilir. Fakat onun tedavisini bir kadına öğreterek ona yaptırması daha uygundur.





İslâmda Kazancın (Kesbin) Önemi 70- İslamda kazanç (geçim sağlama) alanına atılmak, aslında ilim gibi bütün müslümanlar için pek önemli bir görevdir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Çalışarak kazanç sağlama yollarını aramak, müslüman olan her erkek ve kadın için bir farzdır."

Çünkü her müslüman, yükümlü olduğu görevleri kazanç sayesinde yerine getirebilir. Bu görevlerin yapılması kuvvet ve sağlığa bağlıdır. Kuvvet ile sağlık da gıdaya ve diğer ihtiyaçlara bağlıdır. Bunlar da ancak kazançla sağlanabilirler. Onun için kazanç alanına atılmak önemli bir görevdir, bir farzdır. Şöyle ki:

71- Herhangi bir müslüman kendi nefsini ve geçimleri üzerine gerekli olan kimseleri geçindirmeye ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helaldan kazanmakla yükümlüdür, bu bir farzdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Her müslüman üzerine helali aramak vacibdir."

72- Fakirlere yardım, düşkünlere iyilik etmek için yetecek mikdardan fazla kazanç sağlamak memduhtur (iyidir). Böyle bir kazanç nafile ibadetten daha faziletlidir. Çünkü bunun yararı başkalarına dokunur.

73- Geniş bir dirliğe ermek ve fazla nimetlenmek için daha fazla kazanç sağlamak mubahtır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Salih (iyi ve dürüst) insan için, yararlı mal ne güzeldir."

74- İnsanlara karşı büyüklenmek ve övünüp gururlanmak için yapılan kazançlar haramdır. Helal yoldan kazanılmış olması fark etmez. İnsanlara karşı serveti ve mevkii ile çalım satan kimseler ahirette Yüce Allah'ın gazabına uğrayacaklardır.





Çeşitli Kazanç Yollarının Üstünlük Dereceleri 75- Çeşitli kazanç yolları vardır. Bunlardan en faziletlisi, cihad yoludur. Sonra sırası ile ticaret, ziraat ve san'attır. Bazılarına göre, ziraat ticaretten daha faziletlidir. Şöyle ki:

76- Müslümanlar için gerektiğinde cihada koşmak, İslamiyeti yüceltmek, İslam yurdunu ve varlığını korumaya çalışmak farzdır. Bu farz duruma göre genişler. Eli silah tutan müslümanların bir kısmına ve yetişmezse hepsine yönelen bir farz olur. Bu uğurda düşman ile çarpışan ve düşmanı sindiren İslam mücahidleri gazi ve ölenler de şehidlik rütbesini kazanırlar.

Şehidlere ölü denilmesi doğru değildir. Onlar ebedî bir hayata sahibdirler. Onlar Yüce Allah'ın manevî huzurunda rızıklanır dururlar. Onun için şehidlik büyük bir rütbedir.

İşte bu cihad sonunda müslümanların galip gelerek mal elde etmeleri, en faziletli bir kazançtır. Çünkü bu sayede İslam üstün kılınmış olarak maddeye de sahib olunur. Bu mallar İslam devlet başkanı tarafından bir ölçü içerisinde mücahidlere bölünür. Bu malları mücahidlerin kendilerinin almaları, karışıklığa sebeb olacağı, diğer mücahidlerle hazinenin haklarına aykırı düşeceği için helal değildir.

77- İslamda ticaret de pek önemli bir kazanç yoludur. Çünkü ticaret cemiyetlerin yükselmesine ve mutluluğuna sebebdir. Bir hadis-i şerifde:

"Rızkın onda dokuzu ticarettedir." buyurulmuştur.

Diğer bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur.

"Muamelesi doğru müslüman bir tacir, peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle bir arada bulunur."

78- İslamda ziraat da pek önemli bir kazanç yoludur. Bunun yararı çok geniştir. Ekincilik insanlarla beraber doğmuştur. Bununla ilk uğraşan zat, Hazret-i Adem aleyhisselam'dır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Rızkı yerin altında bulunan şeylerde arayınız."

Bu yüksek emir, hem ziraat, hem de madencilik için geçerlidir.

79- İslam'da san'at da, pek geçerli bir kazanç yoludur. Birçok san'atlar vardır. Bunların bir kısmı cemiyet hayatı için gereklidir. İnsan kendine, en yararlı ve seçkin san'atlardan birini seçmelidir. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyledir:

"San'at, fakirlikten koruyan bir güvencedir."

80- İslam'da dilenme aslında bir kazanç yolu değildir. Az çok kazanabilmeye gücü yeten bir müslüman için dilenme haramdır. Müslüman yüksek bir şerefe sahib olduğu için onun ruhu dilenmeye tenezzül etmez. Ancak kazançtan tamamen aciz kalan bir kimse için dilenme gerekli olur. Böyle aciz bir kimse, dilenmeyi bırakıp açlıktan ölecek olsa, günah işlemiş olur. Çünkü kendisini tehlikeye atmış ve bir nevi intihar etmiş sayılır. Bu durumda dilenmek bir mecburiyet olduğu için zillet sayılmaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Dilenme, kulun en son kazancıdır."

81- Bir fakir dilenemeyecek durumda olursa, halini anlayan her müslüman için ona bizzat yardım edip yedirmek veya başkasını vasıta kılmak ve böylece onun hayatını kurtarmak farz olur. Bu farz yapılmazsa, durumundan haberi olan müslümanlar günahta ortak olurlar. Şu da bilinmelidir ki, bir günlük yiyeceği olan bir fakirin dilenmesi helal değildir.





Alış-Verişin Çeşitleri ve Kâr (Kazanç) Mikdarı 82- Satış, "Malı malla değişmek" demektir. Bir kimse, elindeki malını aza çoğa satabilir mi? Bu mesele açıklanmaya muhtaçtır. Şöyle ki: Satış işlemi başlıca dört kısma ayrılır:

1) Bir malı maliyet fiyatına satmaktır. Buna "Tevliye" denir ve caizdir. Bir satıcı, bazan elindeki malını hiç kâr gözetmeksizin aldığı fiata satar. Bu kendi hakkıdır. Ancak burada gözetilecek şey, maliyet fiatını doğru söylemektir. Değilse, satıcı Allah katında sorumlu olur. Alıcı da, dilerse alış muamelesini bozdurur, dilerse fazla bedeli geri alır.

2) Bir malı maliyetinden noksana satmaktır. Buna da, "Vazı'a" denir. Burada da doğruyu söylemek gerekir. Burada alıcıya düşen ahlakî bir görev vardır. Şöyle ki: Eğer malını böyle noksan fiyatla satmakta olan kimse fakirse, onun zararına meydan vermemeli, o malı değeri ile satın almalıdır. Bu bir yardım ve sadaka yerine geçer.

3) Bir mala masraflarını ilave ederek maliyetini çıkardıktan sonra bir mikdar fazlası ile satmaktır. Buna da "Murabaha" denir. Sermayenin ve masrafların hepsini tam olarak tayin eden bir tüccar, elindeki malı az çok bir kârla satabilir, bu caizdir. Ancak alıcının o mala olan ihtiyacından faydalanmaya kalkışmamalı, insafı elden bırakmamalıdır. Aksi halde, böyle bir muamele kerahetten ve sorumluluktan kurtulmaz.

4) Bir malı, maliyetini söylemeksizin az çok istenilen bir bedel karşılığında satmaktır. Buna da "Müsaveme" denir. Böyle bir satış da caizdir. Hatta yalan söylemiş olmak ve sermayenin tayininde hataya düşmüş olmak tehlikesinden kurtulmak için bu tür satış iyidir. Ancak satıcı alıcıyı aldatırsa, onun piyasayı bilmemesinden faydalanarak o malın başka bir yerde bulunamayacağını ve malın çok kıymetli olduğunu söyleyerek aldatırsa ve böylece o malı Gabn-i Fahiş (aşırı aldanma) ile satarsa bu yaptığı iş helal olmaz. Satıcı Allah katında sorumlu olur. Alıcı da, böyle bir aldatmadan dolayı o malı geri verebilir.

Gabn-i fahiş (aşın aldanma), mal ve eşya cinsinden olan bir şeyi değerinden yüzde yirmi fazlasıyle, hayvanı yüzde on fazlasıyla, emlak ve akarı da yüzde beş fazlasıyla veya daha çoğa satmaktır. Fakat böyle bir aldatma bulunmayınca yapılan satış muamelesi zorla bozulamaz.





İhtikârın Mahiyeti ve Hükümleri 83- İhtikarın lûgat anlamı, azalsın ve kıymetlensin diye bir malı saklamaktır. Din deyiminde ise: "İnsanların ve evcil hayvanların yiyecek ve içecekleri olan maddeleri ucuz yerlerden alıp kıymetleri yükselsin diye kırk gün bekletmektir." Böyle yapan kimseye "Muhtekir" denir.

İhtikarın kırk gün ile bağlanması, dünyaca yapılacak ceza bakımındandır. Yoksa bir gün bile ihtikare meydan veren kimse günahkar olup ahiret azabına hak kazanır.

84- Bir beldeye dışardan gelecek malları, şehirde serbest satılmaması için şehir dışında karşılayarak satın almak da bir nevi ihtikârdır.

85- İhtikâr, tarifinden de anlaşıldığı gibi, İmam Azam'a göre yalnız yenecek ve içilecek maddelerde olur. Fakat İmam Muhammed'e göre, elbiselik mallarda da ihtikâr olur. İmam Ebû Yusuf'a göre de, topluma zarar veren her hangi bir maddede ihtikâr olur. Altın, gümüş, demir ve diğer maddeler gibi...

86- İhtikarın hükümlerine gelince: Topluma zararlı olan bir ihtikâr, tahrimen mekruhtur. Yüce Allah katında sorumluluğu gerektirir.

İihtikârın sonu iflastır. İhtikâr yapan, kendi adi yararı için toplumu zarara ve sıkıntıya sokuyor. Bunun sonucu olarak da toplumun hayatına kasdetmiş oluyor. Onun için yetkili idareci, ihtikâr mallarını satmasına hüküm verebilir. Eğer satmaz da karşı çıkarsa, uygun şekilde cezalandırılır ve o mallar ihtikârcının adına satılır.

87- İhtikar zamanında yetkili olan idareci eşyaya kıymet koyabilir. Şöyle ki: İdareci veya yetkili kıldığı kimse, bir zaruret görülmedikçe, ticaret mallarına kıymet biçemez. Bu durumda mallara "Fiat koymak" mekruhtur. Çünkü ticaretin gelişmesine engel olabilir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Gerçekte kıymet takdir buyuran, daraltan, genişleten ve rızık veren Yüce Allah'dır." Fakat bu malların sahihleri aşırı giderlerse ve böylece en az iki kat fiyatla satmaya başlarlarsa, idareci veya yetkili kılacağı kimse, bu konuda bilgi sahiblerinin fikirlerini alarak mallara fiyat koyabilir. Bunda bir sakınca yoktur. Hatta İmam Malik'e göre, kıtlık yıllarında fiatları belirlemek, vali bulunan zat üzerine vacib olur; İsterse fiatlarda bir aşırılık bulunmasın.

88- Bir kimse, kendi arazisinin ürünlerini hapsetmekle ihtikâr yapmış sayılmaz. Çünkü bu ürünler kendisinin katıksız bir hakkıdır. Buna toplumun hakkı girmez. Bir kimse, kendi arazisini ekmeyebilir. Bunun için ürününü de satmayabilir. Ancak kıtlık ve pahalılık zamanını beklediği için günaha girer. Çünkü müslümanlar için kötü bir niyette bulunmuş olur.

89- Başka bir memleketten kendi memleketine getirmiş olduğu bir malı hapseden kimse, İmam Azam'a göre ihtikâr yapmış sayılmaz. Çünkü toplumun hakkı, bulundukları memleketten veya o memleketin çevresinden toplanan mallarda olur. Bununla beraber dış memleketlerden getirilen malları satmak müstahabdır. Bunları hapsetmekte kerahet bulunur.

İmam Ebû Yusuf'a göre, bu kimse de ihtikâr yapmış sayılır. Bunun hakkında muhtekir işlemi uygulanır. İmam Muhammed'e göre ise, adete uygun olarak dışardan getirilen malları hapsetmek (bekletmek) mekruhtur. Fakat adete aykırı olarak pek uzak yerlerden getirilen malları bekletmek mekruh değildir. Çünkü bunlarda toplumun hakkı bulunmaz.

Sonuç: İhtikârda hayır yoktur. Bu, şefkat ve merhamet duygularına aykırıdır. İnsanlık ve hayırseverlik duygularına karşı olduğundan bundan kaçınmalıdır.





Ribanın Mahiyeti ve Nevileri 90- Riba'nın lûgat anlamı ziyade demektir. Din deyiminde, alış-verişlerde bir karşılık olmaksızın akidler arasında ziyade bir mikdarı şart koymaktır. On dirhem gümüşü, on bir dirhem gümüş karşılığında satmak gibi.

91- Riba, tartı ile satılan altın ve gümüş gibi mallarla ölçekle satılan buğday, arpa, hurma, tuz, kuru üzüm gibi şeylerin alış-verişinde olur.

(Malikîlere göre riba, yalnız altın ile gümüşte ve geçim sağlanan erzakta olur. Şafîlere göre de, yalnız altın ve gümüşle, yiyecek sayılan şeylerde olur.)

92- Riba, iki nevidir: Riba-i Fazl ve Riba-i Nesîe. Riba-i Fazl, tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında peşin olarak ziyadesi ile satılması şeklinde olur. Onun için altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir madde, kendi cinsi ile hemen değiştirilecek olsa, mikdarları birbirine eşit olması gerekir. Birinin mikdarı biraz fazla olunca, bu bir riba olmuş olur. Bu fazlalık haramdır. Allah yanında cezası pek büyüktür. Aynı cinsten olan bu iki kısım eşyadan biri, sanat ve kıymet bakımından veya bir diğerinden iyi olma bakımından farklı olsalar bile, yine riba olur.

Altın ile gümüş, sanat bakımından veya darb edilmiş para haline geçmekle tartıya bağlı olmaktan çıkmazlar. Ağırlıkları ile işlem görürler. Çünkü bunların tartıya bağlı olmaları dinin bir hükmüdür. Misal: On gram altın, yine on gram altın karşılığında peşin olarak satılır. On bir gram karşılığında satılamaz. Bu bir gram fazlalık riba olur.

Yine, on kile buğday, on kile buğday karşılığında peşin olarak satılabilir. Fakat dokuz veya on bir kile karşılığında satılamaz. Ziyade olan mikdar ribadır.

93- Riba-i Fazl'den kurtulmak için, bir cinsten olan riba ile ilgili mallardan her birini ya tamamen veya kısmen kendi cinslerinden başkası ile değiştirmelidir.

Misal: On gram altın, yüz gram gümüş karşılığında ve on kile buğday, on beş kile arpa karşığında peşin olarak satılmalıdır. Yine on gram altın, dokuz gram altın ile bir mikdar gümüş ağırlığı karşılığında veya on kile buğday, beş kile buğday ile sekiz kile arpa karşılığında peşin olarak değiştirilebilir.

94- Riba-i Nesîe'ye gelince: Bu da tartılan ve ölçülen şeyleri, birbiri karşılığında veresiye olarak değiştirmektir. Mikdarları eşit olsa bile, haramdır.

Örnek: On gram gümüş, bu ağırlıktaki gümüş para karşılığında veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunların cinsleri ve mikdarları birdir. Biri peşin, diğeri veresiyedir. Bu şekilde aralarında bir fark vardır. Onun için bu bir riba işlemidir ve günahtır.

Yine, eldeki bir kile buğday ile sonradan harman zamanında verilecek bir kile buğday satın alınamaz. Bunlar iyi veya düşük cins olma bakımından farklı olsalar da yine ribadır. Çünkü cinsleri ve mikdarları aynıdır. Böyle olmakla beraber biri peşin, diğeri veresiyedir. Veresiye ise, peşine karşılık olamaz. Arada bir fazlalık bulunmuş olur.

95- Tartıya bağlı olan şeyler, cinsleri değişik olsa da, birbirleri ile veresiye olarak değiştirilemezler. Şu kadar kilo demir karşılığında, o kadar kilo bakır veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunlar ağırlığa bağlı olmak bakımından birdirler.

Yine, şu kadar kile buğday o kadar kile arpa karşılığında veya tuz karşılığında veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunlar ölçeğe bağlıdır. Bu esastan yalnız nakid para müstesnadır. Şöyle ki:

Nakid paralar karşılığında, nakid cinsinden olmayan tartılır ve ölçülür şeyler peşin olarak alınabileceği gibi, veresiye olarak da alınabilir. Çünkü alış-veriş için buna ihtiyaç vardır.





İstikraz (Ödünç Alma) Meseleleri 96- İstikraz (borç alıp verme) muamelesi, altın ve gümüş gibi yalnız misliyat denilen tartılır şeylerde, ölçeğe bağlı buğday ve arpa gibi şeylerde ve taneleri arasında kıymet değiştirecek derecede fark bulunmayan yumurta ve ceviz gibi sayıya bağlı şeylerde olur. Hayvanlarda ve kumaş gibi değere bağlı şeylerde olmaz.

97- Gerek altından ve gümüşten ve diğer maddelerden olan nakid paralar, gerekse diğer tartılan veya ölçülen şeyler, sonradan yalnız misilleri alınmak üzere borç olarak alınıp verilebilir. Buna "Karz-ı Hasen" denilir. Sosyal bir yardım olduğundan büyük bir sevabdır. Fakat bunun karşılığında fazla bir şey verilmesi şart kılınırsa, bu bir faiz olur ki, riba hükmündedir. Borç verenin bir veya birkaç kişi olması arasında bir fark yoktur.

98- Borç alınan şeyler, sonradan kendi misilleri ile ödenir. Borç alınan bir altın para, yine aynı bir altın para olarak ödendiği gibi, bir altın para ile bir mikdar buğday, yine fazlalık yapmaksızın aynı altın para ve aynı ölçek buğdayla ziyade yapmaksızın ödenir. Ancak borç alınan para, geçer kağıt para iken sonradan piyasada bulunmasa veya geçmez bir hale gelse, kabul edilen fetvaya göre, son geçerli olduğu tarihteki kıymeti ile ödenir.

99- Bir kimse, borç verdiği para ve başka şeylerin tamamını veya bir kısmını borçlusuna bağışlayabilir. Borç alanda, arada bir şart olmaksızın alacaklı olan kimseye hediye verebilir.

Sonuç: İstikraz işlemlerinde iki taraftan birine şart kılınan bir menfaat helal değilse de, şart koşulmayan bir menfaat helaldir. Onun için bir borçlu, borcunu ödemekle beraber kendiliğinden, bir adet olmayarak, bir mikdar fazla verse, bu helal olur.

100- Bir kimsenin bir parayı, başka bir yerde bulunan bir adama ödemek şartı ile borç alması mekruhtur. Fakat böyle bir parayı aralarında bir şart bulunmaksızın, borç verenin izni ile, başka bir yerde bulunan bir adama götürüp vermesi mekruh değildir. Hatta böyle bir şart ve adet bulunmaksızın, biraz da fazla vermesinde bir haramlık yoktur. Bu, bir bağış olur.

101- Bir kimsenin bir adama, her ay veya her yıl belli bir mikdar ödemek üzere para vermesi caiz değildir. Verilen bu ödünç paraya karşı alınan fazla paralar riba olmuş olur. Fakat belli bir parayı muayyen işte kullanıp elde edilecek kârından belli bir nisbette, üçte bir veya dörtte bir gibi, vermesi şartı ile para verilmesi caizdir. Çünkü bu bir ticaret ortaklığı işlemidir. Bu durumda o kimsenin zarara da sermayesi nisbetinde ortak olması gerekir.

102- Komşular arasında ekmekler, ister sayı ile ve ister tartı ile borç alınıp verilebilir. Bu husustaki işlem bir kolaylık ve zaruret esasına bağlıdır. Bu, İmam Muhammed'in görüşüdür ve fetva da buna göredir.

103- Faizin dinde yasak olmasının birçok hikmetleri vardır. Önce, muhtaç bir kimseye verilen bir paradan, daha sonra fazla bir şey alınması sosyal yardımlaşma görevine aykırıdır. Sonra bir paranın bu şekilde artırılması, çok kere insanın çalışma gayretini azaltır. Onu tenbelliğe sevkedebilir. Bununla beraber borç alınan paradan borç alanın bir kazanç elde edip etmeyeceği kesin değildir. Bir ihtimalden ibarettir. Çok kere alınan borç paralar boşuna harcanarak karşılığında birçok zararlara katlanmak gerekir. Rehin verilen nice kıymetli malların bu yüzden hiç bahasına elden çıktığı daima görülür. Oysa ki, verilecek fazla mikdar belli ve kesindir. Onun için düşünülen bir kazanç, kesin ve belli olan bir mala karşı tutulamaz.

Aslında kesin bir lüzum görülmedikçe, borç alınmamalıdır. Borç huzuru ve rahatı kaçırır, hürriyeti kısıtlar. Borç verecek durumda olanlar da, ellerinden gelen yardımı muhtaçlardan esirgememelidirler. Sadece Allah rızası için "Karz-ı Hasen" sureti ile borç verip mükafatını Allah'dan beklemelidir. Yerinde olarak verilen borç para, sadaka vermekten daha faziletlidir. Bununla beraber borç alacak olanlar da, güvenilir ve sözünde durur, ilk fırsatta borcunu öder kimselerden olmalıdırlar. Bu gibi iyi duygulardan yoksun olmak, yardımlaşma görevini de bozar.





İslâmda Yapılması Yasak Şeyler 104- Ferdlerin ve cemiyetlerin selametine, selamet ve mutluluğuna aykırı olan şeyler, İslam dininde yasaktır, haramdır. Bunların yapılması, hem dünyaca, hem, de ahiretçe sorumluluğu gerektirir. Bunlara: "Günah, masiyet, ism" denir.

105- Günah olan şeyleri bizzat yapmak caiz olmadığı gibi, o gibi şeylere razı olmak ve bir zorlama olmadıkça yardım etmek de caiz değildir. Misal: Bir kimse, bir eşya çalamaz, bu haramdır, cezayı gerektirir. Bir kimse bir şeyin çalınmasına razı da olamaz, ona yardım da edemez. Bu da haramdır, yasaktır.

106- Günah olan şeylere razı olmak veya yardım etmek, yerine göre ya haram, ya da mekruh olur. Bu, dinde bir esastır. Bunun üzerine çeşitli binlerce mesele bina edilebilir.

Misal: Bir kimse, herhangi bir haksızlığı geçerli kılmak için bir kimseden bir mal alamaz. Bu rüşvettir, haramdır. Onun için bir haksızlığı geçerli kılmak için bir insan bir mal veremez ve böyle bir malın verilmesine aracı da olamaz. Bunlar da haramdır, yasaktır. Çünkü böyle alınması yasak olan bir şeyin, verilmesi de, verilmesine aracı olunması da haramdır, yasaktır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuşlur: "Yüce Allah rüşvet alana da, rüşvet verene de, bunların arasında rüşvete aracı olana da lânet etsin."

107- Bir kimse, murisinin (miras bırakanının) gayr-i meşru bir sebeble elde etmiş olduğu malından veraset hissesi almamalıdır, iyi olan budur. Bu bir takva ve zühd faziletidir. Böyle bir hisseyi almak, helal olmayan bir harekete razı olmak demektir.

Bunun için insan helal olan hisse ile yetinmeli. O malın asli sahibi biliniyorsa, ona geri verilmelidir. Bilinmiyorsa, fakirlere sadaka olarak dağıtılmalıdır. Çünkü böyle kötü bir maldan kurtulmanın çaresi, sahibine çevrilme imkanı olmayınca sadaka olarak vermektir.

108- Alacağı bir gıda maddesini haram hale getireceği veya alacağı genç bir köleye fena muamelede bulunacağı veya satın alacağı silahı kötülükte kullanacağı anlaşılan bir kimseye bunları satmamalıdır. Bu satış tenzihen mekruhtur.





Yenip İçilmesi Helâl Olan ve Olmayan Şeyler 109- Eşyada yenip içilme bakımından asıl olan mubah olmaktır. Bütün eşya, aslında insanların yararlanmaları için yaratılmıştır. Onun için aslında temiz olan, akla ve sağlığa zararlı olmayan bir kısım hayvan elleri ve buğday, arpa, pirinç gibi ürünler, sebzeler, meyveler ve sıvılar helaldir. Bunlar yenip içilebilir.

Fakat bazı şeyleri yeyip içmek, insanlara zararlı, hikmet ve ihtiyaca aykırı olduğu için İslam dininde haramdır.

110- Hayvanlardan yaratılış gereği iğrenç olanların, dişleri veya tırnakları ile kendilerini savunup başkalarına saldıranların etleri haramdır. (Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar bölümüne bakılsın.)

111- Bitkilerden insanı öldüren veya aklını gideren, vücudu zehirleyen veya herhangi bir şekilde sağlığa zararlı olan şeyleri yemek haramdır.

Misal: Afyon, haşhaş, penç gibi sarhoşluk veren ve aklı bozan şeyleri yemek caiz değildir. Bunlardan sarhoş olanlar için, İslam ahkamına göre, tazir cezası gerekir. Tazir ise, yetkili hakim tarafından uygulanacak hapis, döğme, azarlama ve uyarı gibi cezalardır.

112- Sıvılardan bedene zararlı olan, insana sarhoşluk veren şeyleri içmek haramdır. Çünkü sarhoşluk veren bir sıvının azı da, çoğu da müctehidlerin çoğunluğuna göre haramdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuşlur.

"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır."

Bu gibi sıvıların içilmesindeki zararlar, herkes tarafından bilinmektedir. Bu içkilerin cemiyet bünyesinde açtığı yaralar çok acıdır. Bunların ahiretteki sorumlulukları ise çok daha büyüktür. Hele hamr (şarab) denilen içkinin bir damlasını bile içmek ittifakla haram olup dinde had denilen cezayı gerektirir.

Sonuç; Bu pek zararlı olan şeylerden kaçınmalıdır. Bunlardan kaçınmak, gerek ferdler, gerekse cemiyet için selamettir.

113- Temiz olan içilecek bir sıvı, bedene zarar verecek bir hale gelmedikçe bozulması ile haram olmaz. Fakat etler kokunca yenmesi haram olur. Süt, tereyağı, zeytinyağı kokmakla haram olmaz. Yiyeceklere gelince, bunlar bozulurda keskinleşirse temizliklerini yitirir. Onun için yenmeleri haram olur.

114- Hamamların ve benzeri yerlerin pis sularını sebze bahçelerine akıtmak mekruhtur. Fakat bu gibi pis sularla sulanan bostanların sebzelerini yemek haram değildir. Birçok alimlere göre, mekruh da değildir.

İnsan pisliğini satmak mekruhtur; fakat başka maddelerle karıştırılmış olan pislikleri ve herhangi bir hayvan gübresini satmak mekruh değildir.

115- Pâk olmayan, kokmuş et gibi şeyleri yiyebilecek olan hayvanlara yedirmek caiz değildir.

116- İçine temiz olmayan bir şey düşen veya akıtılan belli bir ölçüdeki sıvı temizliğini kaybederek içilmesi haram olur. Belli bir ölçünün üstünde bulunan geniş havuzlarda da, içine düşen pisliğin tad, koku ve renginden biri kendini gösterirse yine temiz olmaktan çıkar. Artık içilmesi haram olur. (İkinci Kitaba bakılsın.)

117- Yukarda haram oldukları yazılan şeyler zatları bakımından haram (haram liaynihi) dir. Bir de başka bir sebeble haram olan (haram ligayrihi) şeyler vardır ki, onlar da başkalarına ait olan mallardır. Şöyle ki: Başkasının malını rızası olmaksızın haksız yere almak haramdır. Aksi halde mal hürriyeti kalmaz, insanların mülkiyet ve tasarruf haklarına sahib olarak cemiyetle yaşanmaz.

118- Bir baba, muhtaç olmadıkça, yaratılışta kötü davranışlı olan evladının malını kendi kendine yiyemez. Fakat bir ihtiyaç bulunmasa bile, iyi olan evladının malını alıp yiyebilir.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sen de, senin malın da babanındır."

119- Tedavi için temiz olan ilaçları yiyip içmek ve kullanmak caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz buyurmuştur:

"Ey Allah'ın kulları! Tedavi olunuz; çünkü Yüce Allah yarattığı her hastalık için bir deva (ilaç) yaratmıştır. Yalnız bir tane müstesnadır ki, o da ihtiyarlıktır."

Onun için birçok hastalıklar tedavi sebebiyle giderilir. Allah'ın düzeni böyle devam edegelmiştir. Bununla beraber şifayı ilaçtan değil, yüce Allah'dan bilmelidir.

120- Helal ve temiz olmayan şeylerle tedavide bulunmak esas olarak caiz değildir. Ancak bazı fıkıh alimlerine göre, başka bir ilaç bulunmayınca müslüman ve ehliyet sahibi bir doktorun göstereceği lüzum üzerine caiz olabilir. Şöyle ki:

Bir hastalığın veya bir hastalığa sürükleyecek bir halsizliğin tedavisi için mubah (helal) bir ilaç bulunmazsa böyle bir doktorun "şifa ümidi vardır" diye tavsiyesi üzerine, aslında haram olan bir şeyle zaruret mikdarı tedavi caiz olur.

Fakat yalnız görünüşle yararı olan semizleme gibi bir şey için böyle bir ilacı kullanmak caiz değildir. Bunda tedavi mahiyeti yoktur. Onun için bunun haram olduğunda ittifak vardır.

Görülen lüzum üzerine, bir organında ameliyat yapılacak olan bir kimseye, aklını giderecek temiz bir ilaç içirilmesinde bir sakınca görülmemekledir.





Yiyip İçme Mikdarı ve Bunların Edebleri 121- Ölmeyecek kadar yiyip içmek farzdır. Çünkü böyle bir yemekle insan oruç tutmaya ve ayakta namaz kılmaya güç kazanabilir. Öyle ki, insan canını helak olmaktan kurtaramayacak kadar helal bir şey bulamazsa, haram olan bir şeyden ölmeyecek kadar yiyebilir. Yine, boğazında kalan bir lokmayı gidermek için başka bir su bulamayınca, yeteri kadar haram bir içkiden içebilir. Fakat fazlasını yiyip içemez. Çünkü zaruretler, kendi mikdarlarına göre değerlendirilir.

122- Bir insan kuvvetlenmek ve kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yiyip içebilir, bu mubahtır. Bundan daha çok yiyip içmek haramdır. Bunun ölçüsü, mideyi bozacağına üstün kanaat hasıl olacağı mikdardır. Bununla beraber ikram için veya ertesi gün tutacağı oruca kuvvet kazanmak için biraz fazla yiyip içmekle bir sakınca yoktur.

123- Misafir için veya her birinden bir mikdar yemek suretiyle ihtiyaca yetecek şekilde gıda alabilmek için, sofrada çeşitli yemek bulunmasında bir sakınca yoktur. Bununla beraber gereğinden fazlası israf sayılacağından uygun olmaz.

Sofrada çeşitli yemişlerin bulunmasında da bir sakınca yoktur. Fakat yapılmaması daha iyidir. Fazla çeşitli şeyler mideyi bozabilir.

Sonuç: Mubah olan şeyleri bir gerek olmaksızın çoğaltmak da israf sayılır, bundan kaçınılmalıdır. Sofra üzerinde gereğinden fazla ekmek bulundurmak da böyledir.

124- Ayakta su içilmemesi daha iyidir. Fakat yürürken su içilmesi zararlı olduğundan uygun olmaz. Suyu bir nefeste içmek sağlık bakımından zararlı görülmektedir.

125- Farz olan ibadetleri yapamayacak şekilde yiyip içmeyi azatıp riyazette bulunmak caiz değildir. Fakat orta bir şekilde yapılacak bir riyazet mubahtır.

126- Yiyip içmenin edeblerine gelince: Yemekten önce ve sonra eller yıkanmalıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Yemekten önce el yıkamak bir hasenedir. Yemekten sonru ise iki hasenedir, iki kat sevabdır."

127- Cünüb olan erkekler ve kadınlar için, ellerini ve ağızlarını yıkamadan yiyip içmek mekruhtur. Adet görmekte olan kadınların da yemekten önce ellerini ve ağızlarını yıkamaları iyidir.

128- Yemeklerin başında "Besmele" okumalı, sonunda da "Elhamdülillah" demelidir. Bu nimeti bize veren, bu nimetten yararlanma kuvvetini bize ihsan eden merhameti geniş ve ikramı bol olan Allah'ımıza bu sebeble hamd ederek şükretmelidir. Yemeğin başında Besmele unululursa, hatırlanınca "Bismillâhi alâ evvelihi ve ahirihi" denilmelidir.

129- Yemeğe başlarken, Besmeleyi sofra başında bulunanların işitebileceği şekilde okumalıdır. Bu bir uyarma ve hatırlatma olur. Fakat yemek sonunda işililecek bir sesle "Elhamdülillah" denilmesi uygun değildir. Ancak sofradakilerin hepsi yemeklerini tamamlamış ise söylenir.

130- Yemeklere az bir tuzla başlamak ve tuz ile tamamlamak yararlıdır, sünnettir. Ekmek parçalarına hürmet etmeli, bunların üzerine bir eşya koymamalı, bunlara parmakları, ağzı ve bıçakları silip atmamalıdır. Yemekler pek sıcak olarak yenmemelidir. Yemekler koklanmamalı, yemeklere ve sulara üflenmemelidir. Bunları yapmak edebe aykırıdır.

131- Yemek yerken konuşulmaması mekruhtur. Yemek yerken iyi kimselerin hallerini anlatmalıdır. Güzel bir şekilde konuşmalıdır. Hele misafirlerin yanında ev sahibinin susması hiç doğru değildir. Ev sahibi misafirlerin yanından ayrılmamalı, bizzat onlara hizmet gayretinde bulunmalı ve hizmetçisini misafirlerin yanında azarlamamalıdır. Yemek arasında ısrar etmeksizin "buyurunuz" demekle yetinmelidir. Böyle davranmak müstahabdır.

132- Ev sahibi, misafırlerine ağırlık verecek olan kimseleri, misafirlerle beraber bulundurmamalıdır. Misafirlerde, ev sahibinin rızası bilinmedikçe başkalarını beraberlerinde davete getirmemelidirler. Ziyafetten sonra ev sahibinden izin istemeden ve "Allah'a ısmarladık, Allah'a emanet olunuz" gibi sözler söylemeden çıkıp gitmemelidirler.





Giyilmesi ve Kullanılması Gerekli ve Caiz Olup Olmayan Şeyler 133- Her müslüman için avret yerlerini örtecek şekilde sıcaktan ve soğuktan korunacak kadar elbise giymek farzdır. Bu elbiselerin etekleri, erkeklerde bacakların yarısına kadar, kadınlarda ayaklarının yüzlerine kadar uzamalı, kollar da parmak uclarına kadar uzun bulunmalıdır.

Erkeklerin elbisesi kırmızı veya sarı olmamalı, siyah veya beyaz renkte olmalıdır. Bu renkler müstahabdır. Yeşil renk de sünnete uygundur.

134- Elbise ne çok yüksek, ne de çok bayağı olmalı, orta derecede bulunmalıdır. Çünkü her şeyin hayırlısı orta halde olanıdır. Bununla beraber Yüce Allah'ın verdiği nimeti gösterip şükretmek için süs olarak yeterinden fazla elbise edinmek müstahabdır. Peygamber Efendimiz buyurmuştur:

"Allah sana ihsan edip nimet verdiği gibi, sen de nefsine ikramda bulun."

Diğer bir hadis-i şerif'de şöyle buyurulmuştur:

"Şüphe yok ki Yüce Allah nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever."

135- Cuma ve bayram günlerinde, toplantılarda iyi ve güzel elbise giymek mubahtır. Fakat böyle elbiselerle daima bezenip durmak uygun değildir. Bu bir gurur eseri olur ve çok kere muhtaç durumda olanların kinini çeker. Böbürlenmek ve büyüklenmek için elbise giymek ise mekruhtur.

136- Büyüklenmek maksadı ile yapılan her şey mekruhtur. İnsaniyete yakışmaz. Onun için başkalarına karşı böbürlenmek ve zorba kılığına girmek maksadı ile pek kıymetli elbiseler giyilmesi ve pek yüksek binalar yaptırılması mekruhtur. Hele böyle bir davranış israf derecesine varırsa harama dönmüş olur. Aklı kemal üzere olan kimse, yalnız gururlanmak için ve yalnız gösteriş için israfa düşmez. Parasını boş şeylere harcayarak tutuma ve tedbire aykırı hareket etmez. Başkalarına kötü örnek olacak şekilde, cemiyet hayatında gedikler açılmasına sebebiyet vermez.

137- Fakirlerin veya geçimleri orta halde olanların büyük zenginleri taklid ederek israfa düşmeleri caiz değildir. Bu çok acınacak bir haldir. Bir zengin için giyilmesi mubah olan bir elbise, bir fakir için mekruhtur, hatta haram olabilir. Herkes haline ve servetine göre hareket etmeli, takdire rıza göstermelidir. Din ölçüleri içinde hayatını düzenlemeye çalışmalıdır.

138- İpek kumaşlardan elbise giymek kadınlar için caizdir; erkekler için caiz değildir. Beden ile elbise arasında bir engel bulunsun veya bulunmasın eşittir. Fakat yalnız uzatma iplikleri ipek olan veya üzerinde dört parmak eninde ipek işlemeler, saçaklar ve kenarlar bulunan kumaşlardan elbise giymek erkekler için de caizdir. Bir de erkeklerin savaş halinde ipekli elbise giymeleri, iki İmam'a göre caizdir. Bu gibi elbiseler mücahidleri düşmana karşı heybetli gösterir ve kılıç darbelerine karşı dayanıklı bulunur.

139- Erkekler için ipek kumaşlar ve ipek takkeler mekruhtur. Erkek çocuklara da, ipekli ve altın sırmalı kumaşlar giydirmek kerahetten kurtulmaz. Fakat bir erkek ağrıyan gözüne ipekli bir mendil bağlayabilir, bunda bir sakınca yoktur.

140- İpekli eşyadan başka bir şekilde yararlanılabilir. İbrişimden dokunmuş bir seccade üzerinde namaz kılınabilir, bunda bir kerahet yoktur. Yine evin iç kısmını ipekli kumaşlarla süslemek de caizdir. Fakat bunlar bir övünme için olmamalıdır.

Yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerine oturmak ve böyle yataklarda yatmak da İmamı Azam'a göre helaldir.

141- Üzerinde "Maşallah" veya "Elhamdülillah" gibi bir yazı işlenmiş bir seccadeyi veya herhangi bir döşemeyi yere sermek mekruhtur. Yazıların araları açılmış ve bazı harflerin üzerine örgü örülmüş olsa bile fark etmez, keraheti vardır. Çünkü tek başına yazılan harflere de saygı göstermek gerekir. Harflerdeki bitişikliği kaldırmak keraheti gidermez.

142- Altın-gümüş ve diğer mücevherat ile kadınların süslenmeleri caizdir. Erkekler ancak süs maksadı olmaksızın gümüşten halkalı mühür kullanabilirler. Süs için olsa bile, gümüşlü kemer, altın yaldızlı ve işlemeli kılıç kullanabilirler. Fakat altından, demirden, tunçtan, şişeden ve taştan halkalı mühür kullanamazlar; bu haramdır.

Mühürde kaşa değil, halkaya itibar edilir. Mühürün kaşı taştan akîkden, yakuttan ve diğer şeylerden olabilir. Ancak ihtiyaç olmadıkça mühür kullanılmaması daha iyidir.

143- Yalnız süs maksadı ile evlerde altın ve gümüş kaplar, tabla ve benzeri şeyler bulundurmak caizdir. Fakat altın ve gümüş kaplardan yemek yenmesi, su içilmesi, yağlanılması ve koku sürünülmesi hem erkeklere, hem de kadınlara mekruhtur. Gümüş veya altın çatal-kaşıkla yemek yenmesi de böyledir. Gümüş veya altın kalem veya hokka kullanmak da kerahetten boş değildir. Ancak altın veya gümüş bir kap içinde bulunan bir yiyeceği başka bir kaba aktararak sonra yemek, içmek ve kullanmakla bir kerahet yoktur.

Yine gümüşle süslenmiş kaplardan su içilmesi de mekruh değildir. Yeter ki gümüşlü tarafı ağza alınmasın.

144- Kalaylanmamış bakır ve tunç kaplardan yemek yenmesi mekruhtur. En iyi olan porselen cinsi kaplardır. Şişeden, billurdan ve akîkden yapılmış kapların kullanılmasında bir kerahet yoktur. Bunların temizlenmesi kolaydır. Bunlar, sağlık yönünden madenî kaplardan daha iyidirler.

145- Sallanan bir dişi gümüş bir tel ile bağlamak caizdir. Fakat altın bir tel ile bağlamak, İmamı Azam'a göre caiz değildir. İmam Muhammed'e göre, her ikisi ile de bağlamak caizdir, bunda bir kerahet yoktur. Bir rivayete göre, İmam Ebû Yusuf'un içtihadı da böyledir.

Yine, çıkan bir dişi yerine koyarak gümüş veya altın bir tel ile bağlamak, İmamı Azam'dan bir rivayete göre mekruhtur, çünkü bu diş ölünün dişi hükmündedir. Bunun yerine besmele ile boğazlanmış bir koyunun dişi gümüş bir tel ile bağlanabilir. Bunun yerine gümüşten bir diş de edinilebilir.

Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, çıkan bir dişi yerine koyarak gümüş veya altın bir tel ile bağlamakta veya onun yerine gümüşten bir diş edinilmesinde bir sakınca yoktur. Çıkan bir dişin yerine konulmasına İmamı Azam'ın da katıldığı, İmam Ebû Yusuf'dan rivayet edilmiştir. İmam Muhammed'e göre ise, çıkan dişin yerine gümüşten de, altından da diş konulabilir.

Düşmüş veya kesilmiş bir burun yerine altından burun yapılabilir. Fena kokacağı için gümüşten yapılmaz.

146- Nazar değmesin diye, çocukların elbisesine boncuk işlenmesi ve nazarlıklar takılması caiz değildir. Bunlar cahiliyet devrine ait adetlerdir.

Fakat ekin tarlalannda ve bostanlarda birer değnek üzerine hayvan kafası takılmasında bir sakınca yoktur. Bunlar hem birer korkuluktur, bazı zararlı kuş ve hayvanların buralara sokulmasına engel olur, hem de göz değmemesine sebeb olabilir. Çünkü göz değmesi, çok kez olagelen bir afettir. İnsana da, hayvana da, mala da değebilir. Onun için tarlaya ve bostana bakacak kimselerin gözleri, önce bu yüksek korkuluklara değer. Artık ondan sonra ekin ve diğer şeylere dokunmasında bir zarar kalmayabilir.

147- Nazardan (göz değmesinden) Yüce Allah'a sığınmalıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur: "Bir kimsenin kendisinin veya kardeşinin bir şeyi hoşuna giderse, bereketle ona dua etsin çünkü göz değmesi hakdır."

Bereketle dua ise şöyle yapılır:

"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir! Allah'ım, buna bereket ver."

Bizlerce: "Maşallah Tebarekallah" denilmesi adet olmuştur. Bir hadis-i şerifde de: "Her kim hoşuna giden bir şeyi görünce, "Maşallah lâ kuvvete illâ billâh" derse, ona göz zarar vermez" diye buyurulmuştur.





Lukataların (Buluntu Malların) Mahiyeti ve Hükümleri 148- Bir yerde bulunan ve sahibi bilinmeyen yitik bir mala "Lukata" denir. Bunu o yerden alıp kaldırmaya "İltikat" ve bunu kaldırıp alan kimseye de "Mültakıt" denir.

Başkalarının rızası olmaksızın mallarını haksız yere almak haram olduğu gibi, yitik malları alıp benimsemek de haramdır.

149- Bir kimse bir yerde yitik bir mikdar para veya eşya bulsa, bunu sahibine vermek üzere, oradan alıp kaldırabilir. Fakat kendisi için alıp kaldıramaz. Bu bir hırsızlık sayılır.

150- Yitik eşyayı alıp kaldırmakta şu hükümler vardır:

1) Görüldüğü yerde alınmayıp bırakıldığı zaman zayi olmasından korkulmayan bir yitiği alıp kaldırmak mubahtır.

2) Alınmayıp bırakıldığı takdirde zayi olmak ihtimali bulunan bir yitiği almak ve sahibi için saklamak mendubdur.

3) Zayi olacağı anlaşılan bir yitiği almak ve saklamak vacibdir.

4) Herhangi bir yitiği sahibine vermeyip kendisine mal edinmek maksadı ile almak haramdır.

151- Bir kimse, bir yitiği bulunca bunu sahibine vermek üzere aldığına başkasını şahid tutar, sonra sahibi çıkınca, kendisine ait olduğunu isbat edince malı ona teslim eder. Sahibine verilmek üzere şahitlik huzuruna alınıp saklanan bir yitik, onu bulanın yanında bir kusuru olmaksızın zayi olsa, sahibine bedelini ödemesi gerekmez.

152- Yitikleri hükümete teslim etmek de caizdir. Hele gayrimüslimlere ait olduğu anlaşılan yitikler, devlet hazinesine konmalıdır. Sahipleri çıkarsa, aynen kendilerine verilir, eğer satılmışlarsa, bedelleri ödenir. Sahibleri çıkmazsa, toplumun ihtiyaçlarına harcanır.

153- Yitiği bulan, kendisindeki yitiği uygun bir şekilde ilan eder ve yitiğin kıymetine göre uygun bir müddet bekler. Sahibi çıkmazsa onu fakirlere sadaka olarak verir. Onu bulan fakir ise, bundan faydalanabilir. Fakat sonradan sahibi çıkarsa bedelini borçlanır.

Sahibinin aramayacağı anlaşılan pek az şeyler ise, bir müddet beklemeye gerek yoktur. Bir kuruş, bir meyve, adi bir mendil gibi...

154- Yollarda, bostanlarda, ağaçların altlarında bulunan başaklarla meyveler hakkına da yitik hükümleri uygulanır. Bu konuyu açıklamak gerekir. Şöyle ki: Yazın şehirlerde ağaçların altlarına dökülen meyveler, açık olarak veya adeta bağlı olarak herkesin faydalanmasına bırakılmışsa, bunlar alınıp yenilebilir; değilse, yenilemez, haramdır.

Şehirlerde bahçe ve bostan içinde bulunan meyveler, ceviz gibi bozulmayıp kalabilecek şeylerden, sahiblerinin açık izni bulunmadıkça yenmez. Çabuk bozulacak şeylerden ise, sahih görülen görüşe göre, açıkça veya adet bakımından yasaklık yoksa alınıp yenebilir. Diğer bir görüşe göre de, sahiblerinin rızaları bilinmedikçe alınıp yenmez.

Bu durum köylerde olunca bakılır: Eğer meyveler bozulmayıp kalabilecek şeylerden ise, sahiblerinin izinleri bilinmedikçe, onlar alınıp yenmez. Fakat bozulacak şeylerden olurlarsa, sahih görüşe göre, yasaklandığı bilinmedikçe (ortaya çıkmadıkça) alınıp yenebilir.

Ağaç üzerinde bulunan meyvalara gelince, bunlar her nerede bulunurlarsa bulunsun, sahiblerinin izinleri bulunmadıkça, iyi olan alınıp yenmemesidir. Ancak çok bol olurda, yenmesi sahiblerine ağır gelmezse, yenilebilir. Bu durumda o meyvalardan bir mikdar alınıp orada yenebilir. Fakat toplanıp başka bir yere götürülemez, bu caiz değildir.

155- Akar ırmak suları üzerinde bulunan meyveleri, çok olsa da, toplayıp yemek caizdir. Çünkü bunlar, bu halde bırakılırlarsa çabuk bozulurlar. Onun için bunları toplamaya hal delâleti ile izin vardır. Fakat böyle bir su üzerinde bulunan ağaçlara gelince, bakılır: Eğer sudan çıkarılacakları zaman kıymetleri yoksa, alınmaları helal olur. Fakat kıymetli şeyler ise, alınmaları helal değildir, bunlar üzerinde yitik işlemi uygulanır.

156- Bahçe ve bostanların içinde, duvarların diplerinde değil de, başka yerlerde dağınık veya toplu olarak bulunan meyveler hakkında da yitik eşya hükmü uygulanır. Sahipleri biliniyorsa onlara, bilinmiyorsa fakirlere verilir. Bunları bulan kimse fakir değilse, onlardan kendisi faydalanamaz.

157- Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları, eğer dut yaprakları gibi kendisi ile yararlanacak şeyler ise, bunları başkalarının toplaması caiz değildir. Yoksa bunların değerini ağaç sahibine ödemek gerekir. Fakat bunlar, yararlanılmayacak şeyler ise, toplanıp alınabilirler, ödenmeleri gerekmez.

158- Ekin ve bostan tarlalarında ekinler ve bostanlar alındıktan sonra, başkalarının toplamasına adet olarak izin verilmişse, arta kalan ekin veya kavun, karpuz, hıyar gibi döküntü şeyleri, başkalarının toplaması caizdir.

159- Sünnet veya düğün toplantılarında şeker veya para serpmekte bir sakınca yoktur. Bu serpilen şeyleri, orada bulunanlar toplayıp alabilirler. Bunları almak için avuçlarını ve eteklerini açanlar, avuçlarına veya eteklerine düşen şeylere sahib olurlar, bunları başkaları alamazlar. Alırlarsa, kendilerinden geri alınabilirler.





İslamda Eğlence ve Yarışmaların Hükmü 160- İslamda meşru sayılan eğlenceler mubahtır. Oyun ve eğlence denilen birtakım zararlı ve faydasız eğlenceler ise caiz değildir. Bunların bir kısmı haramdır. Bir kısmı da harama yakın mekruhtur. Bunlar aslında boş şeylerdir. İnsanın hayatı ise çok kıymetlidir, daima yararlı şeylerde harcanmalıdır. Zararlı ve faydasız şeylere harcanması doğru olmaz.

Örnek: Kumar oyunu haramdır. Çünkü bunun zararı herkesçe bilinen şeydir. Kumar yüzünden kurtuluşa eren kimse gösterilemez. Fakat kumar yüzünden helak olmuş, perişan olmuş, acı ve kederler içine düşmüş binlerce insan ve aile gösterilebilir.

Tavla, satranç gibi oyunlar harama yakın mekruhtur. Bunlar kıymetli zamanın kaybolmasına sebep ve kumara itici olacağı için, iyi şeyler değildir.

Yalnız İmam Şafiî Hazretleri, bir rivayete göre de İmam Ebû Yusuf Hazretleri satrancın mubah olduğunu söylemişlerdir. Fakat satrancın bu mubah görülmesi, kumar şeklinde oynanmadığı ve bir vacibi terke sebeb olmadığı takdirdedir. Değilse, ittifakla haramdır.

161- Bir hadis-i şerife:

"Üç oyundan başka diğer bütün oyunlar (eğlenceler) müslümana haramdır. Bu üç şey, ailesi ile eğlenmesi, atını eğitmesi ve oku ile yarışmasıdır."

Bunlar yararlı olan meşru eğlencelerdir. Aile ile eğlence, aile hayatının bir muhabbet ve neşe içinde devamını sağlar. Binek atlarını terbiye edip savaşa hazırlamak ve silah eğitimi görmek İslam yurdunun korunması için çok gerekli bir hizmettir. Bu önemli yararlarından dolayı bunlar caiz bulunmuştur.

162- Boş bir eğlence ve kumar maksadı olmaksızın savaş için spor ve kuvvet kazanmak için yapılan birtakım yarışmalar caizdir. Bunlarla yararlı bir gayeye ulaşmak imkanı elde edileceği için, bunlar oyun ve eğlence sayılmazlar. Bunlar birer alışma ve cihad için hazırlıktır. Güreşler, silah atmalar, piyade ve binitli olarak yapılan yarışmalar hep bu kısımdandır. Bu yarışmalara katılanlara mükafat olarak para ve hediye verilmesi caizdir. Bunlar cihad yapmaya bir hazırlık ve teşviktir.





İslamda İnsanların Hayat ve Organ Dokunulmazlığı

163- İnsanların bedenleri ve organları hayatta olduğu gibi, öldükten sonra da hürmet edilmeye layıktır ve dokunulmazlığı vardır. Onun için herhangi bir insanın hayatına haksız yere kasdedilmesi haramdır, bir cinayettir. Yine bir insanın herhangi bir organını, kendi hayatına ait bir zaruret bulunmaksızın haksız yere kesmek ve yarmak da haramdır, bir suçtur. Bir insanı hadım etmek, haksız yere döğmek de caiz değildir.

164- İnsan hürmete değer bir yaratık olduğundan onun organlanndan hiçbiri ile koparılarak faydalanılamaz. Onun saç, tırnak ve çekilmiş diş gibi, herhangi bir parçası satılamaz, bunları gömmek gerekir. Onun için bir kadının saçları alınıp başka bir kadının saçlarına katılamaz. Böyle bir davranış insanın şerefine bir tecavüzdür, bir nevi uydurmacılıktan ibarettir. İnsanoğlunun bir parçası ile faydalanmak demektir. Öyle ki, bir kadın kendi saçlarına, kendisinin dökülmüş olan saçlarını da ilave edemez, bu da kerahetten beri değildir. Fakat insandan başka temiz bir yaratığın saçlarını ilave edebilir.

165- Yiyecek bir şey bulamayıp çaresiz kalan bir insan, kendi vücudundan et koparıp yiyemez. Başka birinin organlarından da, onun izni ile kesip yiyemez. Böyle bir emir ve müsaade doğru değildir. Fakat böyle çaresiz kalan kimse, bulacağı bir ölüden, hayatını kurtaracak kadar yer. Eğer yemez de ölürse, günaha girmiş olur. Oruç tutan kimse de, aynı şekilde ölünceye kadar bir şey yemezse, günah işlemiş olur. Yine, yiyecek bir şey bulunduğu halde, ondan yemeyip açlıktan ölen kimse de günahkar olur.

166- Ana rahminde bulunan bir bebeği düşürmek de caiz değildir, keraheti vardır ve bir nevi cinayettir. Ancak henüz canlı hale gelmemiş bulunan bir yavru, gerçek bir zarurete dayanarak tıbbî bir danışma sonunda düşürülebilir.

Bir de gebe bulunan bir kadın, vücudunun sağlığı için ilaç içebilir. Bunun etkisi ile düşecek bebekten dolayı sorumlu olmaz.

167- Çocuk olmasın diye azilde bulunmak (geri çekilerek korunmak) uygun değildir. Fakat zevcesinin muvafakatı ile caizdir. Ancak bir hastalık ve fesad korkusu ile (zevce muvafakatı olmadan) azil yapılabilir. Netice olarak, İslam nüfusunu azaltacak şeylere başvurmak doğru değildir.

168- Bir müslüman için intihar, ahirette büyük bir azabı gerektirdiği gibi, kendi ölümünü istemek de caiz değildir. Bir öfke veya geçim sebebiyle ölümü istemek mekruhtur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Sizden biriniz, kendisine dokunacak bir zarardan ve felaketten dolayı ölümü istemek zorunda kalırsa; Ey Rabbim! Benim hakkımda yaşamak hayırlı ise beni yaşat, eğer ölmek hayırlı ise beni öldür, diye dua etsin."

169- Bazı hayatî zaruretlerden dolayı insanlar üzerinde ameliyat yapılması caizdir. İçinde taş bulunan bir mesaneyi usulüne göre yarmak veya bütün vücuda dağılacak olan bir hastalıktan dolayı bir organı kesmek caizdir, bunda sakınca yoktur.

170- Ölen bir kadının rahminde diri bir bebek bulunsa, bu çocuğu kurtarmak için, o kadının karnını sol taraftan yarmak gerekir.

Yine, ana rahminde bulunan bir çocuk, parçalanmaksızın çıkarılamayacak şekilde bulunuyorsa, bu durum ana için bir tehlike arz eder. Onun için bakılır: Eğer çocuk hayatta değilse, parçalanarak çıkarılır. Eğer hayatla ise, böyle parçalanarak çıkarılması caiz değildir. Çünkü bir hayat sahibini kurtarmak için diğer bir günahsızı parçalamak gerekecektir.

171- İnsanlara yararlı ve temizliğe yardımcı olduğundan dolayı Hitan (sünnet) işlemi, öteden beri bir sünnettir.

Bilindiği gibi, erkek çocukların sünnet edilmelerine "Hitan" denilir. Bu, bir İslam alametidir. Bunun müstahab olan zamanı, çocuğun yedinci yaşından on ikinci yaşına kadardır. Daha önce de sünnet yapılması caizdir.

Büluğa ermiş bir kimse sünnet edilmemişse, ya bizzat kendisi veya başarabiliyorsa zevcesi tarafından sünnet edilir. Bu da mümkün olmayınca bir sünnetçiye baş vurulur.

172- İhtida eden (İslamı kabul eden) bir gayrimüslim, yaşlılığı sebebiyle sünnete dayanamayacağı, yetkililer tarafından haber verilirse, sünnet yapılmayabilir. Çünkü bir özre dayanarak vacibin bile terk edilmesi caizdir. O halde sünnetin terki daha elverişli olur.





Hayvanlara Yumuşak Davranmanın Gereği

173- İslam dininde bütün yaratıklara şefkatle muamele yapılması bir görevdir. Özellikle hayvanlara zulüm yapılmayıp iyi bakılması gerekir. Hayvanları fazla yormamalıdır, dövmemelidir. Hayvanlara eziyet cezası ağırdır. Çünkü hayvanların Allah'dan başka yardımcısı ve koruyucusu yoktur.

"Allah'dan başka yardımcısı bulunmayanlara zulmedenler hakkında Hak Teala'nın gazabı pek şiddetli olacaktır" diye buyurulmuşlur.

174- Hayvanların gözetilecek hakları vardır. Bir kısmı: Evcil hayvanların yiyecek ve içeceklerini zamanında vermek, tımarlarına bakmak, onlara yumuşak davranıp iyi muamele yapmak gerekir. Her cins hayvan ayrı bir hizmet için yaratılmıştır. Buna aykın davranmamalıdır. Misal:

Sığır cinsi öküzler, arabalara koşulmak ve tarlalarda çalıştırılmak için yaratılmıştır. Bunlara binilmemeli, yük vurulmamalı, merkeb gibi kullanılmamalıdır.

175- Zararlı olmayan serçe ve hüdhüd gibi kuşları ve hayvanları boş yere öldürmemelidir. Hiçbir hayvanın yüzüne vurmamalıdır, yüzünü dağlamamalıdır. Hiçbir hayvanı nişan almak için hedef edinmemelidir. Kuşların yuvalarına geceleyin gitmemelidir. Geceler, onlar için bir güven ve istirahat zamanıdır.

176- Zararlarını kaldırmak için, yılan, akrep, fare, çaylak, kara karga, kudurmuş köpek gibi hayvanlar öldürülür. Bununla beraber hiçbir hayvanı ateşe almak suretiyle öldürmek caiz değildir.

177- Öldürülecek bir yılanın veya akrebin eşi intikam alır, diye söylenen sözün aslı yoktur. Bunların intikamından korkmak, fazla bir korkaklık eseridir, erkeklere yakışmaz.





İslâmda Maddî ve Manevî Temizlik 178- İslam dini, hem maddî, hem de manevî temizliğe büyük bir önem vermiştir. Bu iki kısım temizlik arasında büyük bir ilgi vardır. Bunlardan biri diğerinden ayrılmaz. Öyle ki bunlardan her biri, bir bakımdan maddî ise, diğer bir bakımdan da manevîdir. Abdest gibi...

179- İslamda, maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir yeri temizlemek bir görev olduğu gibi, günah denilen manevî kötülüklerle kirlenmiş bulunan bir ruhu temizlemek de bir vazifedir.

180- Başlıca maddî temizlikler şunlardır:

1) İslamda, maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir mekanı (yeri) ve diğer şeyleri su ile temizlemek esastır. Bu temizleme işlemi, temizlenecek şeyin durumuna göre farz, sünnet ve müstahabdır.

2) İslamda namaz kılabilmek için abdest almak ve gerekince gusletmek farz olan bir temizlik görevidir.

3) Müslümanlar için, yüzde, kulakta, burunda, tırnaklarda ve saç-sakallarda bulunan kirleri gidermek, saçları tarayıp bağlamak ve insanların tiksinmesine meydan vermemek sünnet olan bir temizlik görevidir.

4) Her müslüman için haftada bir kez olsun, vücudunu yıkamak müstahabdır. Fazileti çok olan cuma gününde yıkanmaktır. Çünkü cuma, müslümanların bir bayramıdır, bir toplantı zamanıdır. O gün her yönden temiz olmak pek güzeldir.

5) Müslümanlar için, uzayan tırnakları ve fazla uzayan bıyıkları kesmek müstahabdır. Sakalda sünnet olan bir kabza mikdarı uzun olmaktır. Ondan fazlasını kesmekte bir sakınca yoktur.

6) Koltuklarla kasıklarda bulunan tüyleri yolmak veya traş etmek müstahabdır. Bunlar haftada veya on beş günde bir temizlenmelidir. Bunu kırk güne kadar uzatmak harama yakın mekruhtur.

7) Erkeklerin veya kadınların, temizlenmek için özel hamamlara grtmelerinde bir sakınca yoktur. Genel bir ihtiyaçtan dolayı bu caiz görülmüştür. Yeter ki avret yerlerini örtsünler. Erkeklerin kendi aralarında, kadınların da kendi aralannda peştemal tutmayarak açık bir halde yıkanmaları haramdır. Hatta bir kimse yalnız başına bir yerde yıkanacağı zaman bir peştemal tutmalıdır. Edebe uygun olan budur. Tenha bir yerde peştemalı sıkmak veya temizlik yapmak için az bir zaman peştemalsız durmak caiz olabilir.

8) Hamamda vücudun baştan göbeğe kadar ve dizlerden topuklara kadar olan kısmını tellaka ovdurmakta bir sakınca yoktur. Fakat bazı alimlere göre, bir zaruret bulunmadıkça ovdurmak mekruhtur. Göbek ile dizler arasındaki kısmı ovdurmak ise, caiz görülemez. Ayakları ovdurmak da edebe aykırıdır. İhtiyacından dolayı bu hizmeti gören kimseyi küçültmemelidir.

181- Başlıca manevî temizlikler de şunlardır:

1) Kalbleri güzel ahlakla, güzel niyetlerle temizleyip süslemeye ve nurlandırmaya çalışmalıdır. Manevî temizlik bunlarla ortaya çıkar.

2) Günahlarla kirlenen kalbleri tevbe ve istiğfarla temizlemeye çalışmalıdır. Bilindiği gibi, günahlar büyük ve küçük diye iki kısımdır. Büyük günahların başlıcaları şunlardır: Yüce Allah'ı inkar etmek, Yüce Allah'a ortak koşmak, kesinlikle sabit olan bir dinî hükme inanmamak. Bu üçü, Allah korusun, küfürdür. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmek, Allah'ın azabından ve mekrinden emin olmak. Günah üzerine devam edip ısrar etmek (herhangi bir günahı devamlı olarak işleyip durmak). Namazı, orucu terk etmek. Allah yolunda cihaddan kaçınmak. Anaya ve babaya asî olmak. Yalan yere şahidlikte bulunmak ve yemin etmek. Bir kimseyi haksız yere öldürmek. Bir kimsenin bir organını haksız yere kesmek veya işlemez hale sokmak. Faiz yemek, hırsızlık etmek ve rüşvet almak. Yetim malı yemek. Zina ve livata denilen çirkin işleri yapmak. İffetli kadınlara fuhuş isnad etmek.

İşte bunlar, dereceleri farklı olan birer büyük günahtır. Diğer bir çok günahlar da küçük günahlardır.

3) Günahların bir kısmı, yalnız Allah Teala'nın hakkına aiddir. Diğer bir kısmı da insanların hakları ile ilgilidir. Birinci kısım günahlar için insan kalbi ile pişman olup Yüce Allah'dan af dilemeli ve bir daha öyle bir günah işlememeye kesinlikle karar vermelidir. O günah küfrü gerektiren bir iş ise, hemen imanı yenilemeli ve nikahı tazelemelidir. Namaz ve oruç gibi, kazası gereken bir ibadetin terkinden ibaret ise, hemen onu kazaya çalışmalıdır.

Günahların insanlarla ilgili kısmında ise, yine kalben bir pişmanlık duyarak hem Yüce Allah'dan af dilemeli, hem de hakkına tecavüz edilen kimseden mümkünse, helallık istemelidir. Hak sahibini razı etmeye ve tecavüz edilen hakkı ödemeye çalışmalıdır. Ruhların seyyiat (kötülükler) denilen günah kirlerinden temizlenmesi, ancak böyle yapmakla olabilir.

182- Görülüyor ki, kutsal İslam dini, hem maddî hem de manevî temizlikleri birer dinî hükme bağlamış, bunları yalnız insanların keyiflerine bırakmamıştır. Peygamber Efendimiz de: "Temizlik imandandır" buyurarak temizliğe büyük önem vermiş, onun değerini göstermiştir. Diğer bir hadis-i şerifde de şöyle buyurmuşlardır: "Şüphe yok ki Yüce Allah temizdir, temizliği sever. İkramı boldur, ikramı sever. Cömerttir, cömertliği sever. Artık evlerinizin çevresini temiz tutun; Yahudilere benzemeye çalışmayın."

183- Bilindiği gibi, Yüce Allah bizi imtihan için yaratıp bu dünyaya getirmiş ve birtakım görevlerle yükümlü tutmuştur. Bizim mutluluğumuz ancak bu görevleri yapmakla olur. Bu görevleri yapmayanlar, Yaratıcımızın kutsal emirlerine aykırı davranmış olurlar. Böyle bir kimsenin kıymeti alçalmış, kalbi kararmış, ruhu kirlenmiş ve kendisi azaba hak kazanmış olur. Artık bu durumda yapılacak şey tevbedir. Allah'dan mağfiret dilemektir. İlahî emirlere göre hareket etmektir. Kirlenen bir ruhun temizliği, ancak bunları yapmakla olur.

184- İnsan, temiz ve günahsız olarak dünyaya getirilmiştir. Artık kirli ve günahkar bir halde ahirete gitmekten sakınmalıdır. İnsan şöyle bir düşünmelidir: Kendisini yaratan Yüce Allah'ın kutsal emirlerine karşı nasıl karşı çıkabilir! İnsanın ruhu böyle bir isyandan dolayı sızlamalı değil mi? İnsan, kudret ve büyüklüğüne nihayet olmayan O büyük yaradanından korkmalı, O'nun tükenmez nimetlerine kavuştuğunu düşünerek utanmalı değil mi?

İnsan, insanlık gereği olarak günahtan kurtulamıyor, bu bir gerçektir. Fakat insanın kalbi bu günahtan dolayı sızlasın, ruhunda pişmanlık duysun, hemen Allah'a yönelsin. Günahının bağışlanmasını ve örtülmesini dilesin, daha tevbe imkanları elde iken günahlardan kurtulmaya çalışsın.

Allahü Teala Hazretleri buyuruyor: "Ey müzminler! Hepiniz Allah'a tevbe ediniz ki, kurtulasınız." Resûlü Ekrem Efendimiz de: "Günahından tevbe eden, günah işlememiş kimse gibidir," buyurmuştur.

Artık bizim görevimiz, günahlarımızdan dolayı, için için yanarak hakka dönmek ve istiğfarın başı denilen şu mübarek cümle ile Hak Teala Hazretlerinden tevbe ve istiğfar ederek, af ve kerem dilemektir.

"Hayy olan, Kayyûm olan, kendisinden başka bir İlâh bulunmayan Yüce Allah'dan mağfiret dilerim."

Ya Rabbi! Bizi uyandır, bizim dualarımızı ve tevbelerimizi kabul buyur, amîn... Vel-hamdü leke ya Rabbe'l-alemîn (Hamd sana mahsustur, ey bütün âlemlerin Rabbi!)





Ahlâkın Mahiyeti, Nevileri ve Ahlak İlminin Kısımları 1- Ahlâk sözü, hulk kelimesinin çoğuludur. Hulk, insanın ruhundaki "huy" dediğimiz bir meleke, özel bir hal demektir. Böyle bir meleke, ya hayırlı bir semere verir veya hayırsız ve zararlı bir semere verir. Bu bakımdan ahlak özellikleri güzel ve çirkin diye ikiye ayrılır. Şöyle ki: Güzel huylara ve bunların güzel meyve ve neticelerine: "Ahlak-ı Hasene, Ahlak-ı Hamide, Mehasin-i Ahlak, Mekârim-i Ahlak (Güzel Huylar)" adı verilir. Aksine çirkin huylara ve bunların meyvelerine de: "Ahlak-ı Kabiha, Ahlak-ı Zemîme, Mesavi-i Ahlak, Rezail-i Ahlak (Çirkin huylar)" denir. Örnek: Edeb, tevazu, kerem, birer güzel huy eseridir. Sefahat, kibir, cimrilik de birer çirkin huy eseridir.

İşte bütün bu huylardan ve neticelerinden bahseden ilme "Ahlak İlmi" denilmektedir.

2- Ahlak ilmi, nezarî ve amelî ahlak diye iki kısma ayrılır.

Nazarî Ahlak: Ahlak esaslarına ve kanunlarına ait görüşleri ve fikirleri gösterir.

Amelî Ahlak: Ahlakla ilgili görevlerin nelerden ibaret olduğunu bildirir.

İnsanlar, hayatlarındaki uygulama bakımından Nazarî ahlaktan çok, Amelî ahlaka muhtaçtırlar. Biz de bu eserimizde bu amelî ahlak kısmını biraz anlatacağız. Yalnız şunu da belirtelim ki, filozofların birtakımı, ahlak esaslarını lezzete, zevke, maddî menfaate, kalbin duygularına veya görev ve kemal duygusuna dayandırmak istemişlerdir. Oysa ki, bunlardan hiç biri, ahlak için yeterli bir dayanak olamaz. Bunlara dayanan ahlak müesseseleri, insanların bu konudaki ihtiyaçlarını karşılayamaz. Ancak hak bir dine bağlanan ve dayanan, bu yönden İlâhî bir mana taşıyan ahlak müessesesi, insanın manevî ihtiyaçlarını karşılar ve yükselmesine yeterli olur.

İşte, Allah'a hamd olsun, bizler İslam dini sayesinde böyle yüksek bir ahlak müessesesine sahip bulunmaktayız.





Ahlâkın Önemi ve Arındırmaya Elverişli Olması

3- İslam dini, ahlaka pek büyük bir kıymet ve önem vermiştir. Aslında İslam, bir ahlak ve fazilet, bir hikmet dinidir. Öyle ki, Peygamber Efendimiz buyurmuştur:

"Ben, ancak mekâkim-i ahlakı (ahlakın iyi ve güzel olanlarını) tamamlamak için gönderildim."

İslamda, insanların manevî kıymetleri, sahib oldukları ahlaka göredir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır."

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer bir hadis-i şerifde buyurmuştur:

"Allahü Teala'ya kullarının en sevgilisi, ahlakça en güzel olanıdır."

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dua buyururdu:

"Allah'ım! Ben, senden sağlık, afiyet ve güzel ahlak dilerim."

4- İnsanların ahlakı değişebilir. Çirkin huyları güzel huylara çevirmek işine "Tehzib-i ahlâk" denir. Bu değiştirme her halde mümkündür. Mümkün olmasaydı, Peygamber efendimiz:

"Ahlakınızı güzelleştirin'' diye emretmezdi.

Nefisleri ile mücadele eden çok kimselerin başarıya ulaşarak çok güzel huylar kazandıkları daima görülmektedir. Nefis terbiyesi (riyazet-alıştırma), hayvanlara, otlara, çiçekler ve hatta taşlara tesir edip dururken, insanlara tesir etmez mi? "Huy canın altındadır. Can çıkmadıkça huy çıkmaz," sözü, her yönü ile doğru değildir. Bazı huyları değiştirmek güçtür; fakat imkansız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar tesirsiz hale geldiği gibi, terbiye ve mücahede sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa, tesirini gösteremez bir hale gelir, güzel huyların karşısında siner kalır.





Görevlerin Mahiyetleri (Esasları) ve Nevileri

5- Görev, yapılması dinen zorunlu olan veya tavsiye edilen herhangi bir hayır, bir kemal ve güzel bir şey demektir. Bu tarife göre, görevler iki nevidir. Biri, dince zorunlu olan görevlerdir ki, bunları yapmamak herhalde azabı ve sorumluluğu gerektirir. Namaz, oruç, zekat gibi...

Diğer nevi, dinen her halde zorunlu olmamakla beraber istenen ve tavsiye edilen ahlakî birtakım görevlerdir ki, bunlara riayet edilmesi bir kemaldir ve iyi haldir. İnsanın sevaba kavuşmasına ve övülmesine sebeb olur. Yapılmaması ise, bir noksan olmakla beraber her halde bir sorguyu ve azabı gerektirmez. Nafile kılınan namazlar, fakirlere verilen sadakalar, insanlara karşı yapılan güzel ve kibar davranışlar gibi...

6- İnsanlara ait bütün görevler, İslam dininin çerçevesi içinde bulunmaktadır. Bunlardan dinen mecburi olan görevleri ve yapılması zorunlu işleri, kitabımızın ibadetler kısmında yazmış bulunuyoruz. Bu ahlak kısmında ise, en ziyade ahlakî, ihtiyarî görevlerden bahsedeceğiz.

7- Görevler, diğer bir bakımdan başka bir bölüme tabi bulunmaktadır. Şöyle ki: Görevleri, ya sırf Allah için veya insanın kendi şahsına ve ailesine karşı veyahut da cemiyete karşı yapılır. Bu bakımdan görevler, İlâhî şahsî, ailevî ve içtimaî (toplumsal) nevilerine ayrılır.





İlahi Görevler

8- Her akıl sahibi ve baliğ kimse, Allahü Teala Hazretlerini bilip ona kullukta bulunmakla yükümlüdür. Bir insan için bu kulluktan daha büyük bir nimet ve şeref olamaz. Biz önce büyük yaratanımızın varlığını, birliğini kudret ve azametini, kutsal emirlerini ve yasaklarını bilir ve doğrularız. Bunlar bizim inançla ilgili görevlerimizdir. Sonra da, namaz, oruç, zekat ve hac gibi sırf bedenî veya sırf malî veya hem bedenî ve hem de malî olan ibadetlerle yükümlü bulunduğumuzu bilir ve bunları seve seve yaparız, bunlardan feyiz alır, büyük zevk duyarız. Bunlar da bizim birer amelî görevimizdir.

9- İslam yurdunu koruma ve savunma da îlahî bir görev demektir. Cihad, İslam yurdunu koruma görevi bazan farz-ı kifaye, bazan da farz-ı ayın olur. Kesin bir zaruret bulunmadığı halde, İslam ordusuna katılmakla cihada, İslam yurdunu korumaya gönüllü olarak katılmak İlahî ve vatanî bir ahlak görevidir.

Dine ve İslam varlığına hizmetten daha büyük ne olabilir? Bir hadis-i şerîfde buyurulmuştur:

"Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin."

Onun için Allah yolunda cihad, beden ile olacağı gibi para ve dil ile de olur.

Diğer bir hadîs-i şerifde de şöyle buyurulmuştur:

"Cennetin kapıları, kılıçların gölgesi altındadır."

İşte bütün bunlar, İslam'da askerliğin, dine ve İslam yurduna hizmetin ne kadar kıymetli olduğunu göstermeye yeterlidir. Ne mutlu İslam askerlerine, İslam'ın kahramanı mücahidlerine!..

10- Nefs ile mücadele de büyük bir cihaddır. Bundan dolayı çok önemli îlahî bir görevdir. İslamiyetin verdiği bir terbiye içerisinde nefsini korumayan kimse, ne kendisine ne de İslam yurduna gereği gibi hizmet edemez. Yüksek fedakarlıklar, yüksek bir İslam terbiyesi sayesinde meydana gelir. Buna dünya tarihi şahiddir. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz bir savaştan döndükleri zaman ashab-ı kirama şöyle buyurmuşlardı: "Biz şimdi küçük bir cihaddan büyük bir cihada dönmüş bulunmaktayız." Bununla nefisle mücahedeye işaret buyurmuşlardı.

11- Bir kısım nafile ibadetler de birer İlahî görevdir. Örnek: Biz, Yüce Allah'ın rızasını kazanmak için nafile namaz kılar, oruç tutarız. Kalblerimizin nurlanması için zaman zaman Kur'an-ı Kerîm okuruz. İmanımızın nurunu artırmak için her şeyde yüce olan yaratıcımızın kutsal isimlerini anarız (zikrederiz). Anlayışlı ve uyanık bir ruha sahib olmak için büyük yaratıcımızın yüce kudretini ve eserlerindeki yüksekliği derin derin düşünürüz. İşte bütün bunlar, birer İlahî görevdir.





Şahsa Ait Görevler

12- İnsanların kendi nefislerine karşı da birtakım görevleri vardır. Bu görevlerin bir kısmı bedenlerine, bir kısmı da ruhlarına aittir. Başlıcaları şunlardır:

1) Beden terbiyesi: Öyle ki, her insan için temiz ve pak olmak, güçlü bir bedene sahib olmak gereklidir.

Bir hadîs-i şerirde buyurulmuştur: "Kuvvetli olan mü'min, zayıf olan bir mü'minden hayırlıdır."

2) Sağlığı koruma: Sağlık büyük bir nimettir. Onun için sağlığa zararlı şeylerden kaçınmak ve gereğinde tedaviye önem vermek gerekir. Bir hadîs-i şerife göre: ''Ölümden başka her hastalığın bir devası vardır." Yeter ki, ilaç bulunsun...

3) Zararlı riyazetlerden kaçınmak: İslamda Ruhbaniyet (toplumdan ayrılıp yalnız başına ibadetle uğraşmak) yoktur. Geceli gündüzlü aç durmak, helal şeylerden büsbütün nefsini kesmek caiz değildir.

Dinimizin emrettiği ibadet ve riyazetler orta bir halde olup hayatın mutluluğuna pek ziyade elverişlidir. Bunlara aykırı olarak yapılan riyazetler hayatı ters yönden etkileyip gevşeklik getireceği için caiz olmaz. Bir hadis-i şerifte buyrulmuştur: "Nefsin, senin bineğindir, artık ona yumuşak davran."

4) Vücudu yıpratacak şeylerden sakınmak: İslamda içki haramdır. Herhangi bir organı kesin bir gerek bulunmaksızın kesmek haramdır. İntihar denilen cinayet haramdır. Çünkü bunları yapmak, Yüce Allah'ın insanlara ikram ettiği hayata suikast demektir. Onun için bu gibi haram şeylerden kaçınmak şahısla igili bir görevdir. Aksi halde insan birçok pişmanlıklardan ve azablardan kurtulamaz.

5) İradeyi kuvvetlendirmek: İnsan, sağlam bir irade sahibi olmalıdır. Yararlı şeyleri öğrenip yapmalı, yararsız şeyleri de, sırf şunu bunu taklid hevesi ile yapmamalıdır. İnsan bir inanca ve bir huya sahib olmalıdır. Hakkı kabul etmeli, haksız ve zararlı olan bir şeyi de, herhangi bir düşünce ile öne sürüp kıymetlendirmeğe çalışmamalıdır. Böyle bir hafiflik insana yakışmaz.

6) Aklı ve zihni ilim, irfan nurları ile aydınlatmak, kalbde yararlı ve yüksek duyguları uyandırmak, İslamda ilim ve marifet kazanmak pek önemli bir görevdir. İnsan akıllıca yaşamalı ve daima gerçek arkasından koşmalıdır. Yanlış fikirlerden, aldatıcı sözlerden, yaldızlı muhakemelerden, zararlı törelerden, batıl inançlardan, hasis duygulardan kaçınmalıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"İnsanın dayanacağı şey aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur."





Ailevi Görevler

13- Aile hayatı, toplumsal varlığın başlangıcıdır. İslamda aile teşkilatı pek önemlidir. Aile ferdleri, başta zevc ile zevceden ve bunların çocuklarından ibarettir. Bunların karşılıklı görevleri vardır.

1) Kocasının başlıca görevleri: Zevcesi ile güzel geçinmek, onu korumak, onun nafakasını (geçim ihtiyaçlarını) karşılamak, kendisine doğruluktan ayrılmamaktır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sizin hayırlılarınız, kadınları için hayırlı olanlarınızdır."

Diğer bir hadîs-i şerîf de, şöyle:

"Kadınlara ancak kerim olanlar ikram eder, kötü olanlar da ihanet eder."

2) Kadınların başlıca görevleri: Kocasının dine uygun olan emirlerini tutmak, onun namus ve şerefini korumak, bulunduğu hale kanaat etmek, israftan kaçınmak, ev hanımı olacak bir şekilde bulunmaktır. Mutlu bir şekilde yaşamanın yolu budur.

3) Çocukların ana-babalarına karşı başlıca görevleri: Onlara saygı gösterip itaat etmektir. Kendilerinin hayatına sebeb olan, kendilerini yıllarca sevgi ve şefkatla kucaklarında beslemiş bulunan ana-babalarına karşı "öf" bile demeleri caiz değildir. Ana-babasına bakmayan, onların dine uygun emirlerini dinlemeyen, onların ihtiyaç zamanlarında yardımlarına koşmayan bir çocuk, hayırlı evlad olma şerefinden yoksun kalır, toplum içinde yararlı olmaktan çıkar, hem de Yüce Allah'ın azabını hak etmiş olur.

Babalar saygı bakımından, analar da yardım bakımından önde gelirler. Bununla beraber ananın hakkı babadan iki kat fazladır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Cennet anaların ayakları altındadır."

Hayırlı çocuklar, yalnız babalarına ve analarına değil, onların ölümünden sonra onların dostlarına da saygı gösterir ve mezarlarını ziyaret ederler. Çünkü bu saygı da, ana-babaya hürmet kısmındandır.

4) Ana-babanın çocuklarına karşı görevleri: Dünyaya gelmelerine sebeb oldukları bu yavrularını güçleri yettiği kadar beslemek, terbiye etmek ve okutup bir kazanç yoluna koymaktır.

Baba ile ana, çocuklarına karşı eşit hareket etmeli, onları okşamak ve gözetmek hususunda eşit tutmalıdır ki, bir kırgınlık ve bir çekememezlik duygusu meydana gelmesin.

Ana ile baba, çocuklarına yumuşak davranmalı, kendilerini isyana götürmeyecek şekilde onları terbiye etmeye çalışmalı ve onlara karşı güzel bir fazilet örneği olmalıdır. Dokuz yaşına giren çocuklarını yataklarından ayırmalı, on üç yaşına girdikleri zaman namaz kılmayan çocuklarını hafifçe döğmeli, on altı yaşına giren çocuklarını da bir engel yoksa evlendirmeye çalışmalıdır. İyi çocuklar, Allah'ın birer kıymetli ihsanı demektir.

5) Kardeşlerin başlıca görevleri: Birbirini sevmek, birbirine yardım edip saygı ve merhamet göstermektir. Kardeşler arasında pek kuvvetli bir bağ vardır; bunu daima korumalıdır. Hele büyük kardeşler, baba ve ana yerindedirler. Bunlara karşı büyük bir saygı göstermelidir.

Maddî bir yarar yüzünden birbirine düşman kesilen kardeşler, iyi ruhlu kimseler sayılamazlar. Birbirine tutkun olan kardeşler, hayatta daima başarı sağlarlar.

Şunu da ekleyelim ki, hizmetçiler de aile ferdlerinden sayılırlar. Bunlara karşı da, iyilik ve tatlılıkla hareket edip okşamalı, güçleri yetmeyecek olan işleri onlara yüklememelidir.

Hizmetçiler de, insanlık bakımından efendilerine eşittirler. Bunların da mümkün olduğu kadar terbiyelerine ve güzelce yaşamalarına bakmalıdır. Kusurlarını bağışlayarak onların hallerini güzellikle düzeltmeye çalışmalıdır.





İçtimaî (Toplumsal) Görevler

14- Bilindiği üzere, insanlar yaratılış bakımından medenîdirler. Toplu bir halde yaşamak ihtiyacındadırlar. Bu yönden aralarında karşılıklı bir takım görevler bulunur. Bunlar gözetilmedikçe, toplum hayatı devam edemez, hiç bir işte düzen bulunamaz. Bu görevlerin başlıcalan şunlardır:

1) Cemiyet ferdlerinin hayatını gözetmek: Her insan yaşamak hakkına sahibdir. Hiç bir kimsenin hayatına haksız yere tecavüz edilemez. İslam gözünde bir insanı haksız yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Aksine bir insanın yaşamasına sebeb olan bütün insanları hayata kavuşturmuş gibi olur.

2) Ferdlerin hürriyetini gözetmek: Yüce Allah aslında bütün insanları hür olarak yaratmıştır. Hiç bir kimse meşru bir sebep olmaksızın esir edilemez. Ancak hürriyetlerin çerçevesi belirlidir. Her insan her istediğini yapmak yetkisine sahib değildir. Öyle olsa, cemiyetin hürriyeti kaybolur gider. Herhangi bir sebeble esir olmuş kimseleri hürriyetlerine kavuşturmak, İslamda büyük bir hayır sayılmaktadır.

3) Ferdlerin vicdanlarını gözetmek: Vicdan İlahî bir kuvvettir, ruhun bir özelliğidir. İnsan, bozulmayan bir vicdanla, iyi şeylerle kötü şeylerin arasını ayırabilir. Vicdanın kıymeti dışardaki eserlerinden anlaşılır. Fena harekette bulunan insanın, iyi bir vicdana sahib olduğu söylenemez. İslam, bütün insanların hidayet ve mutluluğunu isteyen vicdanlara büyük önem verir. Kirli vicdan sahiblerinin de hallerine acır, kendilerini doğru yola getirmeye çalışır. Fakat hiç bir kimsenin vicdanına başkalarının musallat olmasına cevaz vermez. İnsanlar birbirlerini iyilikle uyandırmaya ve hallerini düzeltmeye çalışırlar. Birbirlerinin vicdanına hakim olmaya çalışamazlar. Vicdanlara bakan ancak Yüce Allah'dır. Herkesi vicdanındaki duygularından dolayı mükafatlandınr veya azab eder. Yalnız şunu da söyleyelim ki, kötü vicdanları düzeltmek için yapılacak olan bilinçli uyarıları ve öğütleri, vicdanlara karışma şeklinde anlamak doğru değildir.

4) Ferdlerin ilmî görüşlerim gözetmek: İslamda onun bunun fikrine, ilmî görüşüne tecavüz edilmesi caiz değildir. Şu kadar ki, herhangi bir fikrin ve kanaatin doğru olup olmadığına, yine ilmî bir şekilde müdahale etmelidir. Çünkü bir hakkın meydana çıkması, ancak bu sayede mümkün olur. Bir batılın kötülüğünden cemiyetin kurtulabilmesi de ancak böyle yapmakla mümkündür.

5) Ferdlerin namus ve şereflerini gözetmek: İslam dininde herkesin namus ve şerefi saldırıdan korunmuştur. Böyle bir saldırı ağır bir cezayı gerektirir. Bunun içindir ki, İslamda gıybet, iftira, alay etme, sövme ve kötü söylemek kesinlikle haramdır. Başkalarının namus ve şerefine saygı göstermeyen kimse, namus ve şeref duygusundan yoksundur. Cemiyetin kutsal duygularına saldıran bir canavar gibidir.

6) Ferdlerin mülkiyet haklarını gözetmek: İslamda herhangi kimsenin mülkiyet hakkına, mülküne ve tasarruf hakkına tecavüz etmek haramdır. Herkesin kazancı kendine aittir. Herkesin meşru surette kazandığı malları tecavüzden korunmuştur. Cemiyetin ilerlemesi ve medenî bir halde yaşayabilmesi, ancak bu korunma ile mümkün olur. Bir cemiyeti meydana getiren ferdlerin servet ve meslek bakımından değişik derecelerde olmaları, hikmet ve ihtiyaç gereğidir. Herkes Allah'ın taksimine razı olmalıdır. Herkes meşru şekilde çalışıp servet kazanmalıdır. Temiz ve huzurlu bir cemiyet hayatının başka şekilde devamına imkan yoktur.





İslâmda Muaşeret (Güzel Geçinme) dâbı 15- İslam dini, insanların muaşeretine (birbiriyle görüşüp konuşmalarına, toplum halinde medeniyet üzere yaşamalarına) büyük bir önem vermiştir.

Müslümanların birbirleriyle geçinmelerinde samimiyet, tevazu, sadelik, zorlanmama, karşılıklı yardım, nezaket, saygı, sevgi ve hayırseverlik bir esastır.

16- İslamda halk ile geçinmenin çeşitli yönleri ve dereceleri vardır. Bunların bir kısmı şunlardır:

1) Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalbli olmak. Bir müslüman daima güleryüzlü bulunur. Hiç bir kimseyi asık bir yüzle karşılamaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Şüphe yok ki, Allah yumuşak huylu, açık yüzlü kimseyi sever."

2) Herkesle güzel şekilde görüşmek, insanlara eziyet vermekten kaçınmak.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Müslüman odur ki, dilinden ve elinden müslümanlar selamette bulunur.

3) İnsanların eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilik yapmak.

Bir hadîis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sıddîkların (özü-sözü dosdoğru olanların) derecelerine geçmek istersen, senden ilgiyi kesene bağlan, senden esirgeyene sen ver, sana zulmedeni de bağışla."

4) Dargınlığa hemen son vermek. Müslümanlar arasında bir dargınlık olursa hemen barışırlar, birbirlerinden üç günden ziyade ayrı kalmazlar. Müslümanların gönüllerinde düşmanlık ve kin duyguları yaşamaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Üç günden ziyade kardeşine dargın kalmak bir müslümana helal olmaz."

5) Dargınların arasını düzeltmeye çalışmak. Bir müslüman, iki din kardeşi arasında her nasılsa bir dargınlık olduğunu görünce aralarını bulmaya ve küskünlüğü gidermeye çalışır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sadakanın en faziletlisi, dargınların aralarını bulup düzeltmektir."

6) İnsanların kusurlarım araştırmamak ve yaymamak, aksine örtmeye çalışmak. Müslümanlar kimsenin kusurlarını araştırmazlar. Kimsenin ayıbını ve kusurunu araştırıp ortaya çıkarmaya ve göstermeye çalışmazlar. Buna aykırı hareket dinde yasaktır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Bir kul bir kulun kusurunu örterse, Allahü Teala Hazretleri de onu kıyamette örter. (günahlarını açığa vurmaz)."

7) Dostları arkalarından savunma. Bir müslüman gerektiğinde dostlarını, din kardeşlerini arkalarından savunur. Onlar hakkındaki yanlış fikirleri düzeltmeye çalışır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Bir kul kardeşine yardımda bulundukça, kendisine de Allah daima yardım eder."

8) İnsanların kalblerini kötü zandan korumak için sakıncalı yerlerden uzak durmak. Buna aykırı davranmak birçok kimselerin günaha girmesine sebeb olur, insanlar arasında dedi-koduya ve nefrete yol açar. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Töhmet yerlerinden kaçınız..."

9) Değişik halk sınıfları ile makamlarına göre sohbet edip ilişki kurmak. Herkese kabiliyet ve durumuna göre hitab etmeli. Bir alimden, bir zahidden, bir zenginden beklenen vasıfları, bir cahilden, bir fasıkdan, bir fakirden beklememelidir.

10) Yaşlılara hürmet, çocuklara, düşkünlere merhamet ve şefkat göstermek. İslamda büyüklere karşı saygı, küçüklere karşı sevgi bir esastır. Bu esas, aileler arasında bir kat daha önemlidir. Anaya-babaya pek ziyade hürmet etmek bunun bir örneğidir. Bunları adları ile çağırmak terbiyeye aykırıdır. Bir kadının kocasını adı ile çağırması da edebe aykırı olduğundan mekruhtur. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyledir: "Bir genç bir yaşlıya sadece yaşından dolayı hürmet etti mi, Allah da ona bir mükafat olmak üzere, ihtiyarlığı zamanında hürmet edecek bir kimseyi muhakkak yaratır."

Bu mübarek hadis, yaşlılara saygı gösteren gençlerin sevab kazanacaklarını ve çok yaşayacaklarını müjdelemektedir. Artık ihtiyarları bir yük kabul eden gençler, bunu biraz düşünmelidirler.

11) Hayırsever olmak, yardım etmek ve arka çıkmak. Şöyle ki: Müslümanlar herkes için hayır ister, herkese yardımda bulunmaktan haz duyar. Müslümanların din ölçüleri içinde birbirlerine yardım etmesi ve şefaatta bulunması, aralarındaki kardeşliğin bir gereğidir. Kendisi için hayırlı görüp istediği bir şeyi, başkaları için de islemeyen kimse, İslam muaşeretinin temiz esaslarını gözetmemiş olur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sizden biriniz kendi nefsi için sevip istediği bir şeyi kardeşi (veya komşusu) için de sevip istemedikçe, gerçek mü'min olamaz."

12) Selam vermek. Şöyle ki: Müslümanlar arasında selam vermek bir sünnettir, bir dostluk ve hayırseverlik alametidir. Selam almak da bir farzdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki, onu yaptığınız zaman birbirinizi sevmiş olursunuz: Aranızda selamı yayınız."

Selam vermenin bazı edebleri vardır. Bunlardan bir kısmı: Bir topluluğun yanma girilirken konuşulmadan önce "Esselâmu aleyküm" diye selam verilir.

İçinde insan olmayan bir yere girildiği zaman "Esselâmu aleyna ve alâ ibadillahissalihîn" denir.

Gençler yaşlılara, süvariler yayalara, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere selam verirler. Bir topluma verilen selama: "Ve aleykümüsselâm" diye içlerinden birisi karşılık verirse, diğerlerinden selam alma görevi düşmüş olur. Fakat o topluluk içinden hiç biri karşılık vermezse, hepsi de günahkar olur.

Bir toplantıdan ayrılırken de selam vermek iyidir.

Kendisine selam verilen kimse, daha güzel bir karşılıkta bulunarak şöyle der: "Ve aleykümüsselâmu ve rahmetullahi ve berekâtüh."

Bunu söylemek yerine göre pek güzeldir.

Bir kimsenin selamım getirip tebliği edene "Aleyke ve aleyhisselâm" diye karşılık verilir. Bir mektubla selam yazılmış olursa, ya dil ile veya yazı ile; "Ve aleykesselâm" denilir.

Selama karşılık veremeyecek durumda olanlara selam vermek mekruhtur. Onun için yemek yiyene, Kur'an okuyana, hutbe dinleyene, namaz kılana selam vermemelidir. Verilirse, cevablanması mutlaka gerekmez. İşlediği günahı açıkça söylemekten çekinmeyen kimselere (fasıklara) selam vermek mekruhtur.

Sonuç: Selam verip almak, bir dostluk belirtisidir, sevgi alametidir. Fakat selam verirken aşağı doğru bükülmek mekruhtur. Öyle ki, bazı alimlere göre, selam verirken rükü haline yakın eğilmek, secde etmek gibidir. Yaratıklara saygı için yapılacak bir secde ise imana aykırıdır.

13) Musafa (el sıkışmak). Şöyle ki: İki müslüman bir araya gelince birbirinin elini tutarlar. Salat-selam getirerek birbirinin hatırını sorarlar. Bu da sevgi ve dostluk nişanıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Birbirine rasgelen iki müslüman musafahada bulundu mu, onlar daha birbirinden ayrılmadan bağışlanırlar."

14) Teşmitte bulunmak (aksırana hayır ve bereket istemek). Şöyle ki: Bir müslüman aksırınca: "Elhamdülillâh" der. Yanındaki müslüman kardeşi de: "Yerhamükallah = Allah sana rahmet etsin" diye dua eder. Aksıran adam da: "Yehdina ve yehdikümullah = Allah, bizleri de sizleri de hidayet üzere bulundursun" diyerek karşılık verir.

15) Toplantılarda temiz bulunmak ve edebe uygun davranmak. Şöyle ki: Müslümanlar, toplantılarda yıkanmış olarak temiz bir halde bulunurlar, içleri ve dışları temiz olur. Toplantılarda ilim sahipteri ve yaşlılar baş tarafa geçirilir. Gerek olmadıkça söze karışmazlar, söylenilen yararlı şeyleri dinlerler. Toplantıya sonradan gelenlere yer verir ve birbirlerine karşı güleryüzlü bulunurlar.

Müslümanlar toplantılarda kendiliklerinden başka tarafa geçip oturmazlar. Kendilerine saygı için kalkarak yer vermek isteyenlerin hemen yerlerine oturmazlar. İki kişinin arasına rızaları olmadıkça girip oturmazlar. Bir toplantıda üç müslümandan ikisi başbaşa verip gizlice konuşmazlar. Böylece üçüncü kimsenin üzülmesine ve yanlış fikre kapılmasına meydan vermezler.

Müslümanlar bulundukları bir toplantıdan, arkadaşlarından izin alarak ayrılırlar. Geçici olarak toplantıdan ayrılanların yerine de hemen oturmazlar.

16) Dostları ziyaret: Müslümanlar uygun zamanlarda gidip din kardeşlerini, büyüklerini ve yakınlarını ziyaret ederler. Bu ziyaret de, bir sevgi ve bağlılık nişanıdır. Ancak bu ziyaret, usandırıcı ve pek sık olmamalıdır. Ziyarete gelen misafirlere mümkün olduğu kadar ikram edilmesi gerekir.

Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur:

"Sizi ziyarete gelenlere ikram ediniz"

17) Ziyafetlere (davetlere) icabet etmek. Bir müslüman, din kardeşinin davetine uyar, ziyafetinde bulunur. Böylece aralarındaki sevgi ve yakınlık artmış olur. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur:

"Sizden birinizi, kardeşi düğün yemeğine veya başka bir şeye çağırsa, ona icabet etsin (uysun)"

Yeter ki, ziyafet yerinde haram bir şey bulunmasın. Çünkü bir müslüman, haramların işleneceğini bildiği bir yere gidemez. Ancak o haramları engelleyebilecekse veya kendisine saygı için işlenmeyecekse, gidebilir.

Ziyafetlerde, misafirlere ağırlık verecek kimseleri bulundurmamalıdır. Misafirler gitmek isteyince, ev sahibi ısrar etmeksizin biraz daha oturmalarını istemelidir. Toplantılar sade ve külfetsiz olmalıdır.

18) Saygı için ayağa kalkmak. Müslümanlar, yanlarına gelen din kardeşlerine karşı ayağa kalkabilirler. Bu bir hürmet belirtisidir. Mescidde bulunan veya Kur'an okuyan bir kimsenin, hürmet edilmeğe hak kazanmış bir kimse için ayağa kalkması mekruh değildir. Bir toplantıya gelenler için ayağa kalkılması adet olan yerlerde, ayağa kalkılması müstahabdır. Böyle yapılmazsa, kin ve nefrete yol açılmış olabilir.

19) Değerli zatların ellerini öpmek. Müslümanlar, alimlerin, takva sahibi kimselerin ve adaletli hakimlerin ellerini sevgi ve saygı göstermek niyetiyle öperler, onlarla musafahada bulunurlar; bunda bir sakınca yoktur. Bunlardan başka büyüklerin ellerini dindarlıklanna saygı ve ikram için öpmek de caizdir. Fakat dünyaya ait bir maksad için öpmek mekruhtur.

Bir de, bir müslümanın, başkası ile karşılaştığı zaman kendi elini öpmesi tahrimen mekruhtur. Alimlerin ve diğer büyüklerin huzurunda yerleri öpmek de haramdır. Bunu yapanlar ve yapılmasına razı olanlar günaha girmiş olurlar. Bu, bir nevi putlara yapılan ibadeti andırır. Bir müslüman için asla caiz değildir.

20) Komşuluk haklarını gözetmek. Şöyle ki: İslamda komşuluğun büyük önemi vardır. Bir hadîs-i şerifde buyurulmuştur:

"Ev satın almadan önce komşu, yola çıkmadan önce de yoldaş arayınız."

Komşulara ikram bir sünnettir. Bir müslüman komşusunun hakkını fazla gözetir, ona güleryüz gösterir, gerektiğinde ödünç verir, bir kaderi olunca onu tesilli etmeye çalışır, taziyede (baş sağlığı dileğinde) bulunur. Komşusuna eziyet verecek şeyleri yapmaktan sakınır. Evin akıntı suları ile ve çöplerle komşularını rahatsız etmez. Yüksek sesle devam eden çalgı ve radyo sesleri ile komşularını rahatsız edenler, hasta ve okur-yazarlarını düşünmeyenler komşuluk haklarını gözetmemiş olur ve topluma karşı görevlerini çiğnemiş sayılırlar.

Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur:

"Kötülüklerinden komşusu emin olmayan kimse, gereği üzere Allah'a iman etmiş olmaz."

Sonuç: İnsan, komşularının sevgi ve övgülerini kazanmalıdır. Hazret-i Ömer (radıyallahu anh) buyurmuştur: "Komşusu, yakını ve yol arkadaşı tarafindan övülen kimsenin güzel hal ve ahlak sahibi olduğundan şübhe etmeyiniz."

21) Hastaları ziyaret etmek. Müslümanlar hasta olan dostlarını ve komşularını uygun zamanlarda yanlarına giderek ziyaret ederler. Sağlıklarına duada bulunurlar. Bu da sevgiyi kuvvetlendirmeye ve kalbleri hoşlandırmaya yardım eden bir görevdir. Bunun da bir takım edebleri vardır. Şöyle ki: Bu ziyaretler pek sık yapılmamalıdır, hastanın yanında çok oturmamalı, hastanın canını sıkacak sözler söylememelidir.

Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur:

"Beş şey vardır ki, bunlar kardeşine karşı müslümana vacib olur; Verilen selamı almak, aksırana teşmit (hayır dua) etmek, davete gitmek (icabet etmek), hastayı ziyaret etmek, cenazelerin arkasından gitmek"

22) Cenazeleri teşyî etmek (uğurlamak). Bu da önemli ve sevabı çok olan bir kardeşlik görevidir. Müslümanlar, ölen din kardeşlerinin cenazelerini mezarlarına kadar üzgün ve düşünceli olarak götürürler. Rahmet toprağına bırakırlar. Haklarında rahmet isteyerek duada bulunurlar. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur:

"Bir cenaze üzerine namaz kılana bir kırat, gömülmesinde bulunana da iki kırat (sevab) vardır. Bir kırat ise, Uhud dağı kadardır."

23) Müslümanların mezarlıklarını ziyaret etmek. Müslümanlar kendi aralarında, ahirete göçmüş olanların, özellikle yüksek alimlerin ve salih kimselerin, mezarlarını zaman zaman ziyaret ederler, onları rahmetle anarlar. Bu da bir vefakarlıktır, değer bilmedir. Bir hadîs-i şerîfde beyan olunduğu üzere, mezarları ziyaret etmek ölümü hatırlatır, uyanmaya sebeb olur. Onun için kabirleri saygı ve ibretle ziyaret etmeli, insanlığın acıklı sonucunu düşünerek gaflet içinde yaşamaktan kaçınmalıdır.





Güzel ve Çirkin Huylar

17) İttika: Yüce Allah'dan korkmak, haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmaktır. Böyle bir hale "Takva" denir. Bunun sahibine de "Müttakî" denilir. Müttakî olan bir zat, güvenilir ve itimat edilir bir insan demektir. Ondan hiç bir kimseye zarar gelmez.

İslam önünde insanlar esasen birbirine eşittirler. Bunların seçkinliği ancak takva iledir. Kur'an-ı Kerîm'de buyurulmuştur:

"Şüphe yok ki, Allah yanında en iyiniz, en çok müttakî olanınızdır."

İttikanın karşıtı fısk'dır, fücur'dur. Daha açığı, doğru yoldan çıkmak, Allah'a asi olmak, haram ve şüpheli şeylerden kaçınmamaktır. Böyle bir halin sonucu da felakettir, azabdır.

18) Edeb: Güzel terbiye ve güzel huylarla vasıflanmaktır, utanılacak şeylerden insanı koruyan bir hal demektir.

Edeb, insan için büyük bir şereftir. Edebin karşıtı İsaet'dir ki, kötülük yapmak ve terbiyeye aykırı davranmak demektir.

Edeb, insanın süsüdür. Edeb, insanı nefsin arzusuna uymaktan korur ve kurtarır.

"İnsanın edebi, zehebinden (altınından) iyidir" denilmiştir.

Edebden yoksun olan bir insan, bir toplum için zararlı mikroplardan daha tehlikelidir.

19- İhsan: Bağışlama, iyilik etme, bahşiş verme, hayır olarak yapılması uygun olan bir şeyi yapma demektir. İhsan, adaletin üstünde bir faziletdir. Bir ayet-i kerimede buyurulmuştur:

"İhsan ediniz; şübhe yok ki, Allah ihsan edenleri sever."

Diğer bir ayet-i kerimede de buyurulmuştur:

"Yüce Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et."

20- İhlas: Herhangi bir işi güzel bir niyetle ve saf bir kalb ile yapmak, işe başka bir şey karıştırmamaktır. Böyle bir hale, "Hulûs" da denir. Yapılan görevlerin değerleri ihlasa göre artar. İhlasın karşıtı Riya (gösteriş) 'dır. Bir görevi yalnız bir gösteriş için veya maddi bir yarar için yapmaktır.

Riyakar bir insan, temiz ruhlu, iyi bir insan değildir. Yaptığı işlerin mükafatını Allah'dan dilemeğe yüzü olmaz. Bir hadîis-i şerifde buyurulmuştur:

"Şüphe yok ki, Allah, sadece kendisi için yapılan ve kendi rızası için istenen bir işi kabul eder."

21- İstikamet: Her işte doğruluk üzere bulunmak, adaletten ve doğruluktan ayrılmayıp din ve akıl çerçevesi içinde yürümek demektir. Din ve dünya görevlerini olduğu gibi yapmaya çalışan bir müslüman, tam istikamet sahibi bir insandır. Böyle bir insan toplumun en önemli bir organı sayılır.

İstikametin karşıtı, hıyanettir ki, doğruluğu bırakıp verilen sözü gözetmemek, caymak, emanete riayet etmemektir, insanların haklarına tecavüz etmektir. Bir ayet-i kerimede, Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurulmuştur:

"Emrolunduğun gibi istikamette bulun."

İşte bu ayet-i kerime, istikametin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu göstermeğe yeter.

22- İtaat: Üst amirin dince yasak olmayan emirlerini dinleyip ona göre yürümektir. Yüce Allah'ın buyruklarını dinleyip tutmak bir taattır. İnsanın mutluluğu da bu taata bağlıdır. Bunun karşıtı isyandır. Yüce Allah'ın emirlerini dinlemeyen bir insan günahkar ve hayırsız bir kimsedir ki, kendisini tehlikeye atmış olur. Artık böyle bir kimseden insanlık ne bekleyebilir:

Kur'an-i Kerîm'de şöyle buyurulmuştur:

"Allah'a itaat ediniz; Allah'ın Peygamberine de, sizden olan idarecilere de itaat ediniz."

23- İtimad: Güvenmek ve emniyet etmek, bir şeye kalben güvenip dayanmak demektir. Halkın güvenini kazanmak bir başarı eseridir. İktisadî ve içtimaî hayatın devamı itimadın varlığına bağlıdır. Onun için insan, güzel ve doğru hareketleriyle herkesin güvenini kazanmaya çalışmalıdır. İtimada aykırı olan şey, hiyanettir, işi kötüye kullanmaktır ki, bunun sonucu pek korkunçtur.

24- İktisad: Her işte denge üzerinde bulunmaktır. Gereğinden fazla veya noksan harcama yapmaktan kaçınmaktır. İnsan iktisada uyma sayesinde rahat yaşar, hadis-i şerîfde buyurulmuştur:

"İktisad üzere bulunan fakir olmaz."

İktisadın karşıtı israf dır, aşırı gitmektir. İsraf, yemek, içmek, giyinip gezmek gibi işlerde belli bir ölçüyü aşmaktır ki, haramdır. Ferdlerin ve cemiyetlerin yıkılmasına sebebdir. Bunun için ki, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur:

"Allah israf edenleri sevmez."

Bir de "Takdîr" vardır ki, bir şeyi gereğinden çok fazla kısmaktır. Bu da uygun değildir.

25- Ülfet: Uygun kimselerle güzel bir şekilde görüşüp konuşmak demektir. İnsanlar devamlı olarak yalnız başlarına yaşayamazlar. Birbirleri ile görüşmek zorundadırlar. Güzel bir ahlaka sahib olan kimse, herkesle güzel görüşür, onların sevgisini kazanır. Bu hale, "Ünsiyet" de denir. Bunun karşıtı "Uzlet" kenara çekilmek, yalnız başına kalmak, herkesten uzaklaşmaktır. Herkesle görüşmek uygun olmadığı gibi, herkesten kaçınmak da uygun değildir. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur:

"Mü'min ülfet eder ve ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayan kimsede ise hayır yoktur. İnsanların hayırlısı, insanlar için hayırlı olanıdır."

26- Emniyet: Bir şeye güvenmek manasına geldiği gibi, insanda doğruluktan ileri gelen bir huy anlamına da gelir, insanların sırlarını ve mallarını güzelce saklamak da, bir emniyet halidir. Emniyetin karşılığı "Hiyanettir", sözünde durmamaktır.

Ferdleri arasında emniyet bulunmayan bir toplum geleceğinden güven içinde bulunamaz. Emniyeti kötüye kullanmak münafıklık alametidir. Bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuştur:

"Münafıkın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince cayar, emanet edilince hiyanette bulunur."

27- İnsaf: Adalet içinde hareket etmek ve gerçeği kabul etmektir. İnsaf, ciddî ve iyi huylu bir insanın alametidir. Bunun karşılığı zulümdür, haksızlık etmektir, hak olan şeyi inkardır. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur:

"İnsaf dinin yarısıdır."

Çünkü gerçek din, faydalı olan şeylerin kabul edilerek yapılması ve zararlı şeylerden sakınılması demektir. İnsaf sahibi olan kimse, muhakkak dinin yarısını teşkil eden o yararlı şeyleri anlar ve kabullenir. Böylece insaf, kendisinde dinin yarısı gibi sayılır.

28- Beşaşet: Güleryüzlü olmak ve hoş bir hale sahib olmak demektir. Beşaşet, ruhtaki saflık ve neş'enin yüzde parıltısı demektir. Karşılığı Ubuset, yüz ekşiliğidir. İnsan daima güler yüzlü olmalı, hiç kimseye karşı çatık kaşlı bulunmamalıdır. Güleryüzlülük bir sadaka ve bahşiş sayılır. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur:

"Allah muhakkak ki yumuşak huylu va parlak yüzlü kulunu sever."

29- Te'dib: Terbiye etmek, edeb ve ahlak üzere yetiştirmek demektir. Bunun karşıtı da, terbiyeyi terk etmek, yapmamaktır. Terbiye işinde asla gevşeklik yapılmamalıdır. Kendi çocuklarını güzelce terbiye etmeye çalışmak, her aile idarecileri için vacib olan bir görevdir. Burada yapılacak dikkatsizliğin zararları yalnız bir aileye ve ferde değil, koca bir topluma aittir. Denmiştir ki:

"Baba ile ananın terbiye etmediğini, gece ile gündüz (zaman) terbiye eder. Zamanın terbiye etmediğini de, Cehennem terbiye eder."

30- Teenni: Bir işte acele etmeyip düşünerek hareket etmektir. Böyle bir davranışa "Teüde" de denir. Vakti gelip çatan hayırlı bir iş için teenniye (yavaş davranmaya) gerek yoktur. Fakat henüz zamanı gelmeyen bir iş içinde acele etmek, pişmanlık doğuracağından doğru değildir.

Teenni'nin karşıtı istical, acele etmektir. Bir şeyi zamanından önce elde etmeğe çalışmaktır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Yavaş davranmak (teenni) Rahman'dan, acele ise Şeytandandır."

Diğer bir hadis-i şerifde de şöyle buyurulmuştur:

"Ahiret işi müstesna, her işte yavaş ve tedbirli davranmak hayırlıdır."

31- Ta'zîm: Hürmete değer bir kimse hakkında, büyük sayıldığını gösterecek şekilde güzel bir davranışta bulunmak demektir. Bunun karşıtı "Tahkîr"dir, küçümseme hareketidir ki, asla caiz değildir.

İlim, edeb ve yaş bakımından bizden büyük olanlara saygı göstermek, bizden küçük olanlara da sevgi göstermek bizim için bir görevdir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Bizim büyüklerimize saygı göstermeyen ve küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir."

32- Tefe'ül: Bir şeyi uğur saymak, bir olayı bir hayrın başlangıcı görmektir. Bu güzel bir zan işi olduğundan iyidir. Bunun karşıtı "Teşe'üm ve Tatayyür'dür. Bu da bir şeyi uğursuz görmek, nefsin nefret duyduğu bir işi uğursuzluğa bir alamet saymak demektir. Bir kuşun ötüşünü veya bir tarafa uçuşunu uğursuzluğa yormak gibi... Bu ise, kötü bir zan ve kuruntu eseri olduğundan caiz değildir.

Herhangi bir olaydan uğursuzluk hükmü çıkararak ümitsizliğe ve kuruntuya saplanmak doğru değildir. Bazı günlere ve zamanlara uğursuzluk yorumunda bulunmak da uygun değildir.

Peygamber Efendimiz buyurmuştur:

"Hayıra yorma, güzel söz, temiz laf hoşuma gider."

İnsan hayırlı söz söylemeli, fena ve uğursuz sözlerden dilini korumalıdır.

33- Tefekkür: Düşünmek ve bir iş üzerinde fikri geliştirmek demektir. Yüce Allah'ın kudretine delalet eden varlıkları düşünmeye dalmak bir ibadettir. Birçok maddî ve manevî buluşlar ve yükselmeler hep tefekkür (düşünme) sayesinde olmuştur.

Tefekkürün karşıtı, Gaflet'tir. Düşünceden yoksun olmaktır ki, insana asla yakışmaz.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Yüce Allah'ın yaratmış olduğu şeyler üzerinde düşününüz; fakat Allah'ın zatı hakkında düşünmeyiniz, helak olursunuz."

34- Tevazu: Kendini büyük görmemek, bulunduğu dereceden daha aşağı derecede saymaktır. Bunun karşıtı "Tekebbür'dür, "Tecebbür"dür. Kendini büyük görmek, bulunduğu derecenin çok üstünde saymak, geçici şeylere güvenerek ona buna çalım satmak ve gururlanmaktır ki, çok kötü bir huydur. Bir hadis-i şerif şu anlamdadır:

"Yüce Allah ölçülü davrananı zengin eder, israf edeni de fakir düşürür. Tevazu göstereni yükseltir, büyüklenen kimseyi de kırıp geçirir."

35- Tevekkül: Allah'a güvenmek, kulluk görevini yaptıktan sonra başarıyı Allah'dan beklemek ve insan gücünün yetişemediği şeyleri Yüce Allah'a bırakıp ümitsizliğe ve keder içine düşmemektir. Tevekkülden yoksun olmak büyük bir noksanlıktır. Bir mü'min bilir ki, herhangi bir işin elde edilmesi için, sadece sebeblerin varlığı yeterli değildir. Allah'ın dilemediği bir iş, hiç bir zaman meydana gelemez. O'nun dilediği bir şeyi de hiç kimse engelleyemez. Bununla beraber tevekkül, sebeblere sarılmaya engel değildir. Yüce Allah olayları birer sebebe bağlamıştır. Bu konuda ilahî kanunlara uymak gerekir. Peygamber Efendimiz, devesini bir şeye bağlamaksızın dışarıda bırakıp Peygamberin huzuruna gelen Amr ibni Umeyye'ye şöyle buyurmuştur: "Deveni bağla da, tevekkül et."

36- Sebat: Sözde durmak, verilen sözü yerine getirmek, bir işte, bir inançta veya bir düşüncede kararlı bulunmak demektir. "Sabit (kararlı) olanlar nabit (başarılı) olurlar" sözü meşhurdur. Sebat başarının bir şartıdır. Doğrusu hayırlı ve hakka bağlı olan işlerde sebat etmek bir fazilettir. Faydasız olan boş şeylerde sebat göstermek ise, aklın noksanlığına ve insafın yokluğuna delalet edeceği için büyük bir kusurdur.

37- Cûd: Cömert davranmak, insanlara ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeksizin ihsan ve ikramda bulunmaktır. Verilmesi uygun olan şeyleri, uygun yerlere kolayca vermek huyudur ki, buna sehavet de denir.

Cûd ve seha (cömertlik), insana yaraşan iyi bir huydur. Bunların karşıtı, hasislik, cimrilik ve tama'dır ki, insanlara asla yakışmaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Cömert kimsenin yemeği şifadır. Hasis (cimri) kimsenin yemeği de hastalıktır."

38- Hazm: Anlayışla yürümek, tedbirli davranmak ve sonucu bilinmeyen şeylere hemen atılmamaktır. Karşıtı, tedbirsizliktir. Tedbirli hareket edenler pişmanlık duymazlar. Bununla beraber hazm (ihtiyatlı bulunmak), bazan kötü kuruntulardan da ileri gelir. Onun için hazm deyip de teşebbüste tereddüt ve kuruntuya düşmemelidir. Onun için bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Hazm bir kötü zan'dır."

39- Hüsnüzan: Güzel sanma veya bir şeyin iyiliği üzerinde inanç beslemedir. Bunun karşıtı Suizan (kötü sanma)'dır. İnsan kötüzan beslemekte hiç bir zaman aşırı gitmemelidir. Hiç kimse hakkında da yok yere kötüzanda bulunmamalıdır.

Doğrusu, herhangi bir kimse hakkında körü körüne "Pek iyi bir insandır" diye hüküm vermek de hüsnü zannı kötüye kullanmak olacağından iyi bir davranış değildir. Onun bunun işlerini araştırmak, kusurlarını öğrenme arzusunda bulunmak, tecessüs denilen, kötü zandan doğan ve ahlaka aykırı olan bir harekettir ve haramdır. Bunun hakkında Kur'an-ı Kerim'de buyurulmuştur:

"Şüphe yok ki, zannın bir kısmı günahtır."

40- Hıfz-ı Lisan: Dili gereksiz sözlerden koruyup ihtiyaçtan fazla söz söylememek halidir ki, çok iyidir. Bunun karşıtı "Malâyani" denilen faydasız şeylerle uğraşmak ve ağzına gelen her şeyi söylemektir.

Akıllı olanlar çok kez susarlar. Gerek görülmedikçe söz söylemek istemezler. Susmak çok güzel bir şeydir. Yeter ki, bir hakkın kaybolmasına veya bir gerçeğin yanlış anlaşılmasına sebebiyet vermiş olmasın.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır:

"Her kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, hayır söylesin veya sussun.''

41- Hakk: Yüce Allah'ın mübarek bir ismidir. Her doğru olan ve değişmeyen şeye de hak denir. Bunun karşıtı "Batıl" sözüdür.

Herkesin meşru bir şekilde elinde bulundurduğu yetkiye veya mülke de hak denilmiştir. Bunun çoğulu "Hukuk"dur.

Her hak karşılığında bir görev vardır. Bir insan hayat (yaşama) hakkına, namus ve şeref hakkında sahibdir. Bunlara hiç kimsenin tecavüz hakkı yoktur. Her insan karşılıklı olarak bu hakka sahib olduğu için herkes karşısındakinin hakkını kabul ve ona uygun hareket etmekle görevlidir ve bu görevleri korumakla yükümlüdür. Bu haklara tecavüz haramdır, cezayı gerektirir. Toplum düzenine engel olur.

Hak hiç bir zaman değişmez. Hakka, kuvvet ve diğer şeyler üstün gelemez. Geçici olarak kaybolan bir hak, bir gün dünyada değilse bile ahirette meydana çıkacaktır.

42- Hikmet: İlim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır. Bilmeyen veya bildiği ile amel etmeyen kimse hikmet sahibi değildir. Her şeyin aslını öğrenmek için edinilen bilgiye de hikmet denir. Adaba, ahlaka, öğütlere ait güzel sözlere ve fıkralara da hikmet denir.

Hikmet sahibi olan insanda, zeka, ezberleme, güzel düşünme, kolaylıkla öğrenme, açık zihin, iyi anlayış ve kavramları hafızada tutma gibi duygular belirir. Bir ayet-i kerimede buyurulmuştur:

"Kendisine hikmet verilen kimseye, muhakkak birçok hayır verilmiş olur."

Bir hadis-i şerif de şöyle:

"Hikmet, mü'minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır."

43- Hilm: Şiddete sabredip tahammül etmek, öfke ateşini söndürmek ve nefsi heyecandan korumaktır. Yerinde yapılan böyle bir davranış büyük bir fazilettir. Bunun karşıtı "Hiddet, tehevvür"dür. Bu da bir öfke, titizlik ve kızgınlık halidir. Hoşa gitmeyen bir olaydan dolayı gazab kuvvetinin parlayıp meydana çıkmasıdır.

Kızgınlık ve darılma halleri, kalbdeki kanın taşması zamanında meydana gelen bir nefis değişikliğidir ki, haksız yere olunca bir kusur sayılır, pişmanlığı gerektirir. Fakat akla uyarak haksızlığa karşı olan bir öfke iyidir. Çünkü kutsal inançlar bununla korunur.

Hilm, ilim ve hikmete bağlı olmalıdır. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Hiç bir şeyin bir kimsede birleşmesi ilimle hilmin birleşmesinden daha üstün olamaz."

44- Hamiyet: Kutsal şeyleri ve milletin haklarını gözetmek, namus, şerefi ve fikirleri töhmetten korumak yolunda gösterilen çabaya hamiyet denir. Bu çok güzel bir haslettir. Fakat batıl fikir ve akideleri korumak yolunda gösterilen gayrete "Cahilce hamiyet" denir ki, bu pek kötüdür.

45- Haya: Utanma, hicab, ar, namus manalarına gelir. Çirkin şeylerden nefsin darlanması, edebe aykırı bir işin meydana çıkmasından dolayı kalbin duygulanıp sıkıntı içinde kalması demektir. Bunun eseri hemen yüzde belirmeye başlar.

Haya pek güzel bir huydur. Bunun karşıtı Vakahat (utanmazlık)'tır. Batılı hak şeklinde görüp çekinmeksizin onu yapmaktır.

Hayasızlık, insanı insanlıktan çıkarır, hayvanlardan daha aşağı düşürür. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyle:

"Haya imandan bir bölümdür. İnsanlardan utanmayan Allah'dan da utanmaz."

46- Huşu: Tevazu göstermek, hakka boyun eğmek, korku ile sevgi karışımı olan saygılı bir tavır takınmak demektir. Karşıtı, gaflet içinde kendini büyük görme, kalb huzurundan yoksun olmadır. Bir ibadetin değeri, huşua olan yakınlığı nisbetinde artar. Haşyet de, saygı ile karışık kalble ilgili bir korkudur. Allah korkusuna "Haşyetullah" denir. Kalbinde Allah korkusu bulunmayan kimsenin her çeşit fenalığı yapması mümkündür. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Hikmetin başı Allah korkusudur."

Yüce Allah'ın kudret ve azametini düşünen bir mü'minin kalbinde Allah korkusu parlar ve onu daima iyiliğe götürür.

47- Hayır: İyilik demektir. Her helal olan mal ve yarar da bir hayırdır, Allah'ın ihsanıdır. Allah rızasını kazanmaya sebeb olan her güzel iş bir hayırdır. Geçerli olan asıl hayır da budur.

Hayrın karşıtı "Şerr"dir. Hakka ve yaratılışa uymayan ve kötü bir sonucu gerektiren her şey bir şerdir, fenalıktır.

Herkes için iyilik istemeye "Hayırhahlık" denir. Bu ruhun temizliğinden ileri gelir. Bütün hayır müesseseleri, hayırseverliğin bir eseridir. Başkasının fenalığını istemek de, "Bedhahlık"tır. Bu, bir ruh hastalığıdır ki, sahibinin kötü kimse olduğuna bir alamettir.

İşte "hased", çekememezlik ve kıskançlık denilen kötü hal, bu kötülük severlikten başkası değildir.

Başkasının hak kazanarak elde etliği nimetlerden rahatsız olup da o nimetlerin kaybolmasını istemek bir hasedden ibarettir. Bu pek fena bir huy olduğundan bundan çok sakınmalıdır. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Hasedden kaçınınız; çünkü ateş, odunları yakıp bitirdiği gibi, hased de güzel işleri (salih amelleri) yer bitirir."

Kötülüğe alet olan bir varlığın kaybolmasını istemek hased sayılmaz. Yine başkasının elde ettiği bir nimetin benzerine kavuşmayı istemek de hased değildir. Bu isteğe "Gıbta ve Münafese" denir ki, bazı hallerde caizdir. Yüksek bir alimin ilmine ve faziletine gıbta edilmesi (imrenilmesi) gibi...

48- Dostluk: İki ve daha çok kimseler arasında meydana gelen samimi bir sevgi ve bağlılık demektir. Allah için olan dostluk devam eder. Dünya için olan dostluk da bir akan yıldız gibi parlayıp söner.

Dostluğun karşıtı, düşmanlık, davet ve kindarlıktır. Bütün müslümanlar birbirine dosttur. Çünkü aralarında sönmeyen bir din kardeşliği vardır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine şöyle emretmiştir:

"Birbirinize kin tutmayınız, hased (kıskançlık) etmeyiniz, birbirinizden yüz çevirmeyiniz, ey Allah'ın kulları!.. Kardeş olunuz. Bir müslümanın müslüman kardeşine üç günden çok dargın kalması helal olmaz."

Başkasının bir kederinden ötürü sevinmek de bir düşmanlık eseri olduğundan caiz değildir. Buna "Şematet" denir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Kardeşin için şematet eyleme (kötü haline sevinme); sonra Allah ona merhamet eder de, seni belaya düşürür."

49- Diyanet: Dindarlık yapmak, dinin kutsal emirlerine uyarak gereği üzere hareket etmektir. Karşıtı dinsizliktir, din hükümlerine aykırı davranmaktır, bütün fenalıkların en büyük kaynağıdır.

İnsanların kurtuluşu, temiz bir halde yaşayış ve mutluluğa ermesi, ancak diyanet sayesindedir. Diyanet doğuştan vardır. Gerek ferdler için ve gerekse cemiyetler için zorunludur. Onun için diyanete sımsıkı sarılmalıdır. Bu, insanlığın yararı ve selameti bakımından son derece gereklidir.

50- Zikir: Anmak ve hatırlamak manasınadır. Yüce Allah'ın kutsal isimlerini anmak ve vacib olan bir görevdir, en yüksek bir zikirdir.

Yüce Allah'ı zikretmek, ya büyüklüğünü düşünmekle olur ki, bundan yüceltme ve tazim meydana gelir. Ya da Allah'ın sonsuz kudretini düşünmekle olur. Bundan da korku ve hüzün doğar. Bir de nimetlerini anmakla olur ki, bundan şükür ve hamd meydana gelir. Yahut pek acaib ve üstün olan eserlerini düşünmekle olur. Bundan da uyanma ve ibret alma yüz gösterir.

Zikrin karşıtı, "Nisyan (unutma)"dır. Yüce Allah'ın mübarek isimleri ile kulun gönlünü süslememesidir. Bu çok acınacak bir dalgınlık eseridir. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:

"Allah'ı çok zikrediniz ki, kurtulasınız."

Bir hadis-i şerifde de: "Zikrin en faziletlisi Lâ ilâhe İllallah'dır. Duanın da en faziletlisi Elhamdülillah'dır" buyurulmuştur.

51- Rıza: Hoşnut olmak, uygunluk göstermek herhangi bir hükmü veya işi kalben hoş görüp kabul etmektir. Bunun karşıtı kabul etmemek, red etmek, itiraz etmektir.

Yüce Allah'ın her hükmüne ve her takdirine razı olmak bir kulluk görevidir. Gerçek olan bir şeye razı olmamak bir ahmaklık işareti olduğu gibi, batıl bir şeye razı olmak da bir taşkınlık ve isyan eseridir.

Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Allah bir kulu severse, yalvarmasını dinlemek için onu bir sıkıntıyla sınar."

52- Rıfk: Yumuşaklık, yavaşlık, nezaket ve tatlılıkla iş yapmak, sonu güzel olan bir şeye güzelce boyun eğmek anlamındadır. Bunun karşıtı "Unf (şiddet, sertlik kabalıkdır)" ki, katı yürekli olmaktan, sertlik göstermekten, nezakete aykırı davranmaktan ibarettir. İnsan, yumuşaklık sayesinde en güç neticeleri elde edebilir. Düşmanca davranmak yüzünden de, elde edilmesi pek yakın olan şeyleri imkansız bir hale getirmiş olur. Hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Şüphesiz ki, Allah, yumuşak huyludur ve yumuşak huyluluğu sever. Ve sertlik uzerine vermediği şeyi yumuşak huyluluk üzerine verir."

Diğer bir hadis-i şerifde de şöyle buyurmuştur:

"Yumuşaklıktan yoksun olan, hayırdan da yoksun bulunur."

53- Sa'y: Çalışmak, bir maksadın elde edilmesi için gerekli gücü harcamaktır. Karşıtı "Atalet, bataet, meskenet (gevşeklik, miskinlik, umursamazlık)"dır. Bu İslam ruhuna asla uygun değildir. İnsan hak olan şeyleri elde etmek için düzenli bir çalışma ve gayret sahibi olmalıdır. Bütün ilerlemeler gayret ve çalışmanın neticesidir. Kur'an-ı Kerîm'de buyurulmuştur:

"İnsan için çalıştığından başkası yoktur."

54- Ayıpları örtmek: İnsanların kusurlarını örtmek, görmemezlikten gelmek, başkalarına açıklamamak demektir. Karşıtı "Kusurları yayma"dır.

Başkalarının kusurlarını arkalarından söylemek gıybettir. Öyle ki, bir kimsenin arkasından boyuna, elbisesine, yiyip içmesine, gezip yürümesine varıncaya kadar bir kusurunu dil göz veya el ile işaret ederek göstermek de bir gıybettir. Çünkü bunları öğrenince üzüleceğinde şübhe yoktur.

Başkalarına, yapmadıkları kusurları yüklemek de iftiradır, buhtandır. Bunlar İslam terbiyesine aykırıdır, kesinlikle haramdır.

Bir hadis-i şerif şöyle buyurulmuştur:

"Ne mutlu o kimseye ki, kendi kusuru kendisine, başkalarının kusurlarını görmeye zaman bırakmaz."

Onun için insan, kendi kusurunu görüp onu düzeltmeye çalışmalıdır. Ancak uygunsuz işleri hiç çekinmeksizin yapıp duran günahkar kimselerin bu çirkin hallerini arkalarından söylemek gıybet sayılmaz. Bu söyleme ile çirkin işler kötülenmiş ve başkaları bundan korunmuş olur. Bir İslam toplumuna karşı, küstahça hareket ederek ahlaka uymayan şeyleri açıkça yapıp duran kimselerin bu rezaletini söylemek, toplumsal anlayışın güzel bir tepkisidir. Yeter ki, bu söyleyiş şahsî bir kırgınlık neticesi olmasın.

Gıybetin sorumluluğundan kurtulmak için, mümkünse gıybet edilen kimseden helallık dilemeli, özür dilemelidir. Bazı alimlere göre, yapılan gıybetten pişman olup istiğfarda bulunmak yeterlidir. Çünkü durumu haber verip gıybet edilen kimseden helallik dilemek, bir üzüntüye, bir dargınlığa sebebiyet vermiş olabilir. Ancak o kimse bu gıybetten haberdar olmuşsa, o zaman kendisinden özür dileyerek helallık istemek gerekir.

İki dargının özür dilemek için musafaha yapması (görüşüp el sıkışması) helallaşmak sayılır.

55- Şecaat: Yiğitlik, kahramanlık, kalb metinliği, gereğinde tehlikelere atılabilme özelliği demektir. Karşıtı "Cebanet (korkaklık)"dır. Hak yolunda mukaddesatı korumak için gösterilen yiğitlik (şecaat), çok kıymetli bir huydur.

56- Şefkat: Korku ile karışık merhametten ileri gelen acıyıp esirgeme halidir. Başkalarının başına gelen veya gelmesi düşünülen fena bir hal karşısında kendisini gösterir. Bunun karşıtı merhamet ve yumuşaklık duygusundan yoksunluktur ki, pek kötü bir huydur.

Şefkat, temiz ve saf kalblerin bir özelliğidir. İslamda, "Yüce Allah'ın emirlerine saygı, yaratıklarına şefkat" büyük bir esastır.

57- Şükür: Görülen, iyiliğe karşı, söz veya işle memnuniyet göstermek ve yapılan iyiliğin kıymetini bildirmektir. Görülen bir iyiliği överek anmak da bir şükürdür. Karşıtı "Küfran-ı nimet (nimeti inkâr)"dır.

Biz her an binlerce nimetlerine kavuştuğumuz Yüce Allah'a şükretmeğe borçlu bulunduğumuz gibi, iyiliğini gördüğümüz kimselere karşı da teşekkür etmeğe borçluyuz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"İnsanlara şükretmeyen, Allah'a da şükretmez."

58- Şehvet: İstek, nefse uygun olan bir şeyi istemek, hayat hareketi için insanların birbirlerine karşı olan doğal meyilleri demektir.

Dinde yasak olmayan bir şey hakkında kararınca bir şehvet ve meyil iyidir. Dinde yasak olan bir şey hakkında ise, şehvet hayvani bir hal olduğundan pek kötüdür, zararlıdır. Bundan kaçınmak gerekir.

Heva, boşuna arzu, meşru bir sebeb olmaksızın nefsin bir şeye meyletmesidir. Heves de, bir şey üzerinde gösterilen ham ve noksan bir aşk ve sevda demektir. Bunların ikisi de iyi değildir. İnsanın feyiz ve şerefine engel olurlar. Peygamber Efendimiz şöyle dua ederlerdi:

"Ya Rabbi! Beni ahlakın çirkin olanlarından ve hevalardan uzak bulundur."

59- Sabır: Acıya katlanmak, bedene uygun düşmeyen hallere telaş göstermeksizin karşı koymaktır. Bunun karşıtı sabırsızlık (ceze')'dir. İnsan yaşadıkça birtakım acı olaylar karşısında kalır. İşte bunlara karşı sabretmek gerekir. Bir ayet-i kerimede de:

"Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir" buyurulmuştur.

Sabnn sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır; fakat sonucu tatlıdır.

Sabırsızlık ruhun gevşekliğinden ileri gelir. Ancak, dine uymayan şeyler hakkında sabır caiz değildir. Bunlara karşı kalben bir acı duyulması ve mümkün ise mücadele yapılması gerekir. Savulması mümkün olan kötülüklere veya ihtiyaçlara katlanmak sabır değil, bir acziyet ve miskinliktir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır.

"Allah'ım! Ben acziyetten ve tenbellikten sana sığınırım."

60- Sadakat: Doğruluk, gerçeğe uygun olan doğru sözdür. Garaz lekesinden temizlenmiş ve her yönden halis olan bir dostluk da sadakatdır. Herhangi bir doğruluğa da sadakat denir. Doğruluğun karşıtı yalandır. Sadakatın karşılığı hiyanettir, doğruluktan yoksun olmaktır. İnsanlara sıdk ve sadakat yakışır. Yalancı bir kimseyi ne Allah sever, ne de kulları...

Yalan haramdır. Yalancı bir kimsenin insanlık bakımından hiç bir kıymeti olamaz. Söylediği yalan sözleri ile insanları aldatan, yaptığı hile ve uydurmalarla ötekini berikini saptırmaya çalışan kimseler çok büyük günahkardır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Bize hiyanet eden bizden değildir. Hile ve aldatmayı yapanlar cehennemdedirler."

Sonuç olarak, insanın sözü de, özü de doğru olmalıdır. Doğru olmayanlar için mutluluk kapıları kapalıdır. İslamiyet gibi, hikmet ve gerçek esasları üzerinde kurulmuş bir dinde doğruluğa aykırı bir şey asla yer bulamaz.

61- Salah: İyi hal, her hayrı kendinde toplayan faziletlerden ibaret yüksek bir vasıftır. Karşıtı "Fesad ve Fücur'dur. Bir millet, kendi ferdlerinin iyiliğine çalışmalıdır. Çalışmazsa, fesadçıların eline esir düşer. Bir müslüman, din ve dünya görevlerini öğrenip güzelce uygulamadıkça iyi hal sahibi olamaz.

62- Sılâ-i Rahim: Akrabayı arayıp sormak, akrabanın kusurlarını bağışlamak muhtaçlarına yardım etmektir. Akraba ile görüşmek, sohbette bulunmak, kendilerine selam ve hediye göndermek sıla-i rahim sayılır. Yakın bulunan akrabayı, mümkün ise, bulundukları yerlere gidip ziyaret etmek, uzak akraba ile de mektuplaşmak gerekir. Karşıtı "Kat-ı Rahîm (akrabayı unutup onlarla ilgiyi kesmek)"dir. Böyle bir tutum, İslamın öğütlediği ailevî ve içtimaî görevlere aykırıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sılâ-i rahim, ömrü uzatır."

63- Salabet: Metin olmak, kutsal varlıkları korumak için insanın sahib olduğu kalb kuvveti demektir. Karşıtı, gevşeklik ve inanç bozukluğudur. Salabet çok kıymetli bir huydur. Bazan salabat yerine taassub da kullanılır. Taassub, aslında adet ve geleneklerde veya maddî ve manevî şeylerde fazla direnip taraftarlık yapmaktır. Bu yönden iki türlüdür: Biri dine uygun olan taassubdur. İnançlara ve din gerçeklerine gösterilen sebattır. Bu çok iyidir. Diğeri ise, batıl ve faydasız adetler, modalar, fikirler, yapılıp yapılmamasında dinî bir sakınca bulunmayan işler üzerinde gösterilen taassubdur ki, bu pek kötüdür. Ne yazıktır ki, bazı kimseler, bu ikinci kısımdan olan asılsız şeylere dört elle sarıldıkları halde, mukaddesata ve din esaslarına bağlı kalan kimselere bir kusur olmak üzere taassub isnad etmekten kendilerini alamazlar. Bu, cahilce bir görüşün sonucudur, bundan kaçınılmalıdır. Gerçeği gerçek, batılı da batıl görmeye çalışmalıdır.

64- Zarafet: İncelik, kibarlık, ince zeka eseri hoş söz ve işler ile vasıflanma huyudur. Karşıtı, kabalık denilen bir haldır. Bu, ruhlar üzerine fena tesir yaptığından kötüdür. Yaratılışta olan zarafetler, ölçüyü taşırmamak şartıyla iyidir. Fakat her işte ve her sözde zarafet göstermeye çalışmak, vakar ve ciddiyete aykırıdır, hafiflikten ibarettir. Onun için bu hususta aşırı davranmamalıdır.

65- Adl, Adalet: Hakka yönelmek, haksızlıktan kaçınmak, her hakkı sahibine vermeye çalışmaktır. Karşıtı "Zulüm, gadr"dır, insafsızlıktır. Dünyanın bütün düzeni ve düzgünlüğü adaletle kazanılır. Yüce Allah bize adaleti emrediyor. Onun için insan, her davranışını bir ölçü ve adalet içerisinde yapmaya çalışmalıdır. Görevinde adaleti gözetmeyen bir insan, kendisine de, vatanına da, bütün insanlığa da fenalık etmiş olur. Herhangi bir hakkın kaybolmasına veya geciktirilmesine sebeb olmak bir zulümdür. Her hangi kimseden haksız yere bir şey almak zulümdür. Herhangi bir insana veya hayvana haksız yere eziyet vermek de bir zulümdür. Zulmün sonucu ise, azabdır, felakettir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Zulme uğramışın duasından kork; çünkü onunla Allah arasında perde yoktur."

66- Azim: Bir işe kesinlikle niyet etmek, bir işi yapmaya kalbi bağlayarak yönelmektir. Karşıtı, "Tereddüt ve Terahi (geciktirme)"dir. Haklı gayeler uğrunda azimli olmak bir özelliktir. Bir ayet-i kerîme şu anlamdadır:

"Azmedince de Allah'a tevekkül et, artık tereddüt etme, şüphe yok ki Allah Teala tevekkül edenleri sever."

67- Aşk: Fazla sevgi ve ilgiden bir şey hakkında kalbin pek ziyade ilgi ve çekicilik kazanmasıdır. İnsanlar, maddeten veya manen güzel ve lezzetli buldukları şeylere karşı kalblerinde bir meyil duyarlar. Bu meyil ılımlı olursa "muhabbet", pek kuvvetli olursa "aşk" adını alır. İnsanlar hoşlarına gitmeyen şeylere karşı da bir "nefret" duyarlar. Bu nefret ılımlı olunca "buğz", pek kuvvetli olunca da "Makt (kin)" adı ile anılır.

Mukaddesata karşı olan meyil bir aşk derecesinde bulunması pek sevimlidir. Fakat ölümlü varlıklara, geçici güzelliklere karşı aşk derecesinde olan meyil, kalbin gevşekliğinden, düşüncenin noksanlığından ileri geldiği için kötüdür.

Mukaddesat hakkındaki aşka: "Gerçek aşk, Rahmanî aşk" denir Geçici ve nefsanî şeyler hakkındaki aşk da "mecazî aşk, himarî aşk" adını alır. Onun için bu ikinci kısımdan kaçınmak, her faziletli insan için bir görevdir.

68- İsmet: Günahlardan kaçınma huyuna sahib olmak. Hak Teala'nın korkusu ile bütün çirkin şeylerden beri bulunmak demektir. Fena şeylerden uzakta kalmak da, Yüce Allah'ın bir koruması olduğundan bir ismet sayılır.

İsmetin karşıtı, suçluluk ve günahkarlık halidir. İnsanın asıl güzelliği ve şerefi kazandığı ismet sayesindedir.

69- İffet: Namus, perhizkârlık, nefsi hayvanî sarkıntılıklardan engellemek huyudur. Karşıtı "Fuhş"dur. Namusa aykırı harekettir.

Ruhların temizliği iffetledir. İffetsiz bir kimse, zehirli mikroplardan daha zararlı bir yaratıktır, kendisinden her halde uzaklaşmak gerekir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah'ım! Ben senden dünyam, dinim, ehlim ve malım hakkında iffet dilerim."

70- Af: Bağışlamak, suçtan geçmek, günahkar kimse hakkında layık olduğu azarlamayı bir lütuf olarak terk etmek anlamındadır. Safh da bir meseleden dolayı göz yummak, başa kakmamaktır ki, af ile beraber kullanılır.

Af ve safh'ın karşıtı, intikam ve muahaza (azarlama)dır. İntikam ki, acı çıkarmak, fena bir işe karşı göğüs ferahlığı için diğer bir fena iş yapmaktan ibarettir, bazı şartlarla caiz olabilir. Fakat af ile muamele yapmak, şüphe yok ki daha iyidir. Affın zevki, intikamın zevkinden daha çoktur. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur:

"Yüce Allah bir kula af sebebiyle, izzetten başka bir şey arttırmaz."

Bir şahsa karşı kalben tutulan bir buğz, öfke ve zarar verme arzusuna da "Kin" denir ki, bu da çok defa insanlığa uygun olmaz. Yalnız mukaddesata düşman olanlara karşı, kalbde devamlı bir kin ve düşmanlık beslenmesi gerekir.

71- Ahd: Söz vermektir. Gözetilmesi gereken sözleşmeye de "ahd" denir. Ahdin (sözleşmenin) gereğine uymak vacibdir. Verilen sözü yerine getirmemek bir zulümdür. İnsanlar verdikleri sözde durmalıdırlar. Bundan sorumludurlar. Verilen bir sözde, haklı bir sebeb olmaksızın durmamak insanın kıymetini ayaklar altına alacak kadar büyük bir alçaklıktır. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Ahdin güzelliği (verilen sözün yerine getirilmesi) imandandır."

72- Fazl, Fazilet: Üstünlüğe, iyilik ve ihsana, ilim ve marifete "fazl" denir. İlim ve irfan bakımından olan yüksek dereceye ve ahlak görevlerine bağlanmak huyuna da "fazilet" denir. Fazlın karşıtı, kötülük, hasislik ve cehalettir. Faziletin karşıtı da, rezillik ve alçaklıktır. Faziletin çoğulu "fezail" dir. Hikmek, adalet, şecaat ve iffet sıfatlarına "Fezail-i asliye" adı verilmiştir. Bunlardan birçok faziletler doğar, insan, fazl ve faziletle vasflanmalıdır. İnsanlık şerefi ancak bu sayede kazanılmış olur.

73- Fütüvvet: Yiğitlik, nefis şerefi, iyilik ve cömertlik, dostların kusurlarını af ve bağışlama demektir. Bunun karşıtı, cebanet (korkaklık), zillet, hasislik ve ürkekliktir. Yiğitlik, sahibine dine ve iyiliğe aykırı işlerden korur, fedakarlığa ve efendiliğe götürür. Onun için yiğitlikle (fütüvvetle) vasıflanmaya çalışmalıdır.

74- Feraset: Zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir insanın ahlak ve davranışını yüzünden anlamek halidir.

Feraset iki türlüdür: Biri, bir çeşit ilham eseridir ki, sebebi bilinmeksizin meydana gelir. Diğeri kazanılan bir haldir ki, çeşitli huylara dair bilgi edinmek sebebiyle olur.

Ferasetin karşıtı, belâhet (anlayışsızlık), zekadan yoksunluktur. Ferasetli insanların yanında uyanık olmalı, edeb ve fazilete aykırı şeylerden kaçınmalıdır. "Mü'minin ferasetinden sakınınız; çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar," buyurulmuştur.

75- Kadirşinaslık: Herkesin gerçek yerini ve değerini bilip hakkında ona göre işlem yapmaktır. Karşıtı, Kadirnaşinaslık (değer bilmemezlik)dir. Sosyal hayatta, değer bilmenin büyük bir önemi vardır. Kıymet bilen milletler arasında ilim ve hüner sahipleri çoğalır. Kadir ve kıymet bilmeyen milletler de, bilgi ve marifetten yoksun kalırlar. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"İnsanları kendi yerlerine indiriniz (herkese derecesine göre muamele ediniz)."

76- Kanaat: Kısmete razı olmak, yemek ve içmek gibi şeylerde tutumlu olarak orta bir halde hareket etmektir. Karşıtı, israf (savurganlık)dır. Kanaati yanlış anlamamalıdır. Kanaat, mutlaka az ile yetinip tembellik içinde yaşamak değildir. Hırsla hareketten kaçınmak, başkalarının nimetlerine göz dikmeyip hakkına razı olmak ve bir gönül huzuru ile yaşamaktır. Birçok hırsızlıklar ve cinayetler, kanaatsizliğin sonucudur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Kanaat tükenmez bir hazinedir"

Gerçekten kanaat sahibi bir kimse, işini yoluna kor, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulur. Hazinelere sahibmiş gibi, şeref ve huzur içinde yaşar. Diğer bir hadis-i şerifde de şöyle buyurulmuştur:

"Kanaat eden aziz olur, hırslı olan da zelil olur."

Herhangi bir işte bilinen mikdarı aşmak bir israfdır. Bir şeyi boş yere dağıtmak, uygun olmayan yerlere harcamak bir tebzir (savurganlık)dır. Bir şeyin elde edilmesini hasislikle karışık bir şekilde isteyip durmak da tama'dır kir, bunlar kesinlikle kötü huylardır.

Hırs'a gelince, bu da bir şey hakkında gösterilen aşırı bir istek ve meyilden ibarettir ki, iki türlü olur: Biri, adi şeyler hakkında olan hırstır ki, bu kötüdür. Kalbin ihtiyacından ve gevşekliğinden ileri gelir. Diğeri ise, yüksek ve güzel şeyler hakkındaki hırstır. Bu iyidir, ruhun iyiliğine ve himmetine delalet eder.

77- Kerem: Cömertlik, şeref, kıymetli şeyleri gönül hoşluğu ile vermek demektir. Bunun karşıtı, hasisliktir.

Kerem, yüksek bir huy üzere yaratılmış insanlara ait bir özelliktir.

78- Lutf: İyilik ve güzelliktir. Yumuşaklıkla ve okşama ile muamele yapmaktır ki, insanlık nişanıdır. Karşıtı, cevr (eziyet)dir ki, insanlığa yakışmaz. Yaratıklar hakkından gösterilen lütuf ve kerem, yaratıcının yardımına kavuşmaya bir yoldur.

79- Lâtife, Mizah: Şaka ve hoş duygulu söz demektir. Karşıtı, ciddiyet'dir. Sırf bir eğlence ve iltifat için yapılan ve hiç bir kimsenin gönlüne dokunmayan latifeler caizdir. Yeter ki hoş olsun, gereğinden fazla olmasın.

Latifenin çokluğu gülmeyi artırır, kalbi öldürür, heybeti giderir, düşmanlığa sebeb olur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"İnsan bir söz söylerken bununla yanındakiler gülüşürse, kendisi Süreyya'dan (yıldızdan) daha uzağa uçar gider." Şeref ve heybeti havaya gider, demektir. Bundan dolayı, bu gibi latifelerden çekinmelidir.

80- Muhabat: Öğünme, böbürlenme, maddî ve manevî bazı vasıflardan dolayı öğünmek demektir. Takdir edilmeye değer yüksek şeylere sahib olmaktan dolayı övünmede bulunmak caizdir. Fakat herhangi bir geçici varlıktan dolayı öğünmek, kendisini yüksek görmek caiz değildir. Böyle bir davranışa "Ucb, gurur, cahilce öğünme" denir ki, pek kötüdür.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Üç şey helak edicidir: Fazla cimrilik, kendisine uyulan heva (nefis arzusu), kişinin kendi nefsini beğenmesi."

81- Metanet: Sağlamlık, dayanıklık manasınadır. Deyim olarak: İnsanın fikrinde sabit olması, tutumunda kuvvetli ve inancında köklü bulunması demektir. Bunun karşıtı, gevşeklik ve kuvvetsizliktir. Hak uğrunda metanet göstermek, kıymetli bir huydur.

82- Medh: Övmek, irade ile yapılan güzel işlerden dolayı dil ile övme demektir. Karşıtı, zem (yermek)dir. Birinin aleyhine fena sözler söylemek, onun kötü hallerini meydana koymaktır.

Övgüye layık kimseleri övmek, cemiyet arasında fazilet ve kemalin artmasına sebeb olabileceği için iyidir. Fakat övülmeye layık olmayanları övmek, gerçeğe aykırı, ahlaka zıd ve başkalarını aldatmaya sebeb olacağından pek kötüdür. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Övücüleri gördüğünüz zaman yüzlerine toprak saçınız."

Doğrusu, şahsî bir çıkar düşüncesi ile layık olmayanları övmeye kalkışanlar, böyle bir muameleye hak kazanırlar. Herhangi bin insanı haksız yere yermek de haramdır.

83- Müdara, Mümaşat: Yüze gülmek, görünüşte dost olmak, insanlara karşı güzel davranışlarda bulunmak, başkalarının fikirlerine uyarcasına hareket etmek, sükun ve anlayış üzere durmaktır. Din esaslarına uygun olarak yapılan müdara iyidir, başarıya sebebdir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"İnsanlara müdara etmek bir sadakadır."

Diğer bir hadis-i şerif de şöyle:

"Ben farzlarla emrolunduğum gibi, insanlara müdara ile de emrolundum."

Fakat güzel bir sonuç düşüncesiyle olmaksızın, herhangi bir kimsenin makamından ve servetinden dolayı yüzüne gülmek, ona müdarada bulunmak çok kötüdür. Böyle bir davranışa, temellük, tabasbus, müdahane (yağcılık), yaltaklanmak, dalkavukluk denir ki, insaniyete asla yakışmaz. Dince yasak, aklen de çirkindir.

84- Muhabbet: Sevgi, dostluk ve lezzet duyulan bir şeye gönlün meyletmesi demektir. Bunun karşıtı Buğz (nefret), düşmanlıktır.

Muhabbetler iki türlüdür: Biri sebebi kaybolan muhabbetlerdir. Bir kimseyi yalnız dünyalığından dolayı sevmek. O dünyalık aradan kalkınca, muhabbet de aradan kalkar. Diğeri sebebi kaybolmayan muhabbettir. Herhangi bir insanı, yalnız Allah için sevmek gibi... Bu tür muhabbetler devam eder. İşte ahlakça bir fazilet sayılan muhabbetlerden maksad da, bu tür sevgilerdir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Yüce Allah'a amellerin en sevgilisi, Allah için muhabbet ve Allah için buğzdur." Onun için insan Yüce Allah'ın sevdiği şeyleri sevmeli ve sevmediği şeyleri de sevmemelidir.

85- Merhamet, Rahm: Esirgemek, acımak, şefkat göstermek, çaresizlerin hallerine kalben acıyarak kendilerine yardımda bulunmak demektir. Merhamet, temiz ruhların bir süsüdür. Yalnız insanlara değil, hayvanlara da merhamet etmeli, acımalıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Yerde olanlara merhamet ediniz ki, gökte olanlar size merhamet etsin."

86- Mürüvvet: Erkeklik, insanlığa uygun olan şeyi yapmak, güzel görünen şeyleri alıp yerilmeyi gerektiren hallerden kaçınmak demektir. Bunun karşıtı, namerdliktir.

Açıkça yapılmasından utanılacak bir işi, gizlice yapmamak da bir mürüvvet sayılır. Görülen bir iyiliği unutmamak ve fırsat düştükçe karşılığında iyilik yapmak da bir mürüvvet eseridir.

87- Müşavere: Danışma, bir işin hayırlı olup olmadığını anlamak için uygun görülen kimselerle görüşüp fikirlerini almak demektir. Karşıtı dediğim dediklik ve kendini beğenmişlik.

Müşavere bir sünnettir. İnsan danışma sonunda aydınlanır, bilmediği ve hatırına gelmeyen şeyleri öğrenir, tedbirli olarak hareket etmiş olur. Yalnız kendi fikri ile hareket eden, çok kez pişmanlık çeker. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyledir:

"Müşavere eden (danışan) zarar görmemiştir."

Ancak kendisine danışılacak kimse, doğru sözlü, tecrübeli, danışılan iş üzerinde bilgili, hiddet ve gurur gibi hallerden beri olmalı, düşüncesini olduğu gibi söylemekten çekinmemelidir.

88- Muavenet, Teavün: İnsanların birbirine yardımda ve hizmette bulunmaları demektir. İnsanlar daima birbirlerinin yardımına muhtaçtırlar. İnsan, elinden gelen yardımı akrabasından ve dostlarından, din kardeşlerinden esirgememelidir. Ancak yardımlar iyi işlerde olmalıdır. Kötü işlerde yardımcı olmak günahtır, zarardır. Kur'an-ı Kerîm'de buyurulmuştur: "Birbirinize iyilik ve takva üzere yardım ediniz. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayınız."

89- Minnet: İyilik etmek manasına geldiği gibi yapılan iyilikleri birer birer sayarak başa kakmak anlamına da gelir. Bu ikinci anlamda olan minnet, fena bir huydur, yapılan iyilikleri siler. Bir ayet-i kerimede buyurulmuştur:

"Ey mü'minler! Sadakalarınızı, minnet altında bırakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın."

Fakat iyilik edilen kimse nankör olursa, uyarılabilir, nankörlüğe son verilmesi kendisinden istenebilir.

90- Namus: Şeref, iffet, edeb, haya, emniyet ve istikamet gibi faziletlerin tümünden ibaret olan pek kıymetli bir vasıftır. Şeriata ve kanuna da namus denir. Melek Cibril-i Emîn'e Namus-i Ekber denilmiştir. Namusun karşıtı, iffet ve istikametten yoksun bulunmaktır.

Namus, değişmeyen bir gerçektir. Onun bunun anlayışına göre değildir. İslam ahlak ve adabına uymayan herhangi bir şeyin namus vasfı ile ilgisi yoktur. Onun için İslam ahlakına uymayan şeylerden kaçınmak gerekir.

91- Nifak: İki yüzlü olma, dil ile mü'min veya dost görünüp kalbde küfür ve düşmanlığı gizlemek anlamındadır. Böyle bir insana Münafık, Zülvecheyn (iki yüzlü) denir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"İki yüzlü olan kimse, Allah katında bir mevki sahibi olamaz."

Onun için insan samimi olmalı, dili kalbine, sözü de özüne uygun bulunmalıdır.

92- Nemime: Söz gezdirmek, koğuculuk yapmak, bir kimse aleyhine söylenen sözleri bir kötülük maksadı ile o kimseye ulaştırmak demektir. Bu çok kötü bir huydur. Bu yüzden nice dostların arası açılır, nice düşmanlıklar yüz gösterir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Koğucu olan Cennet'e giremez" Böyle bir müslüman azaba hak kazanır demektir. Doğrudan doğruya cennete girmeye layık olamaz. Ne büyük bir korkutma!.. Böyle çirkin bir halden Allah'a sığınırız.

93- Va'd: Söz vermektir. Söz verilen bir şey, bir kimsenin yapacağına dair söz verdiği iştir. İnsan gerek olmadıkça bir şey için söz vermemelidir. Söz verince de "İnşaallah" deyip onu yerine getirmelidir.

Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: "Va'd (verilen söz) borçtur." Onun için, verilen sözü yerine getirmek insanlık borcudur.

94- Vefa: Verilen sözü yerine getirmek, borcu ödemek, din ve akla uygun olarak gereken şeyi yerine getirip altından çıkmak demektir. Bu pek şerefli bir görevdir. Karşıtı Hulf, caymak sözünde durmamak, verilen sözü yerine getirmemektir ki, bu haramdır. Eski dostluğu, korumaya da "Vefakârlık" denir. İnsan vefalı olmalı, dostluk haklarını unutmamalıdır.

95- Vakar: Ağırbaşlı olmak, yapılacak işlerde tedbirli ve yavaş davranmaktır. Bunun karşın "Hafiflik"dir. Samimi olan vakar, insanın kıymetini yükseltir. Bunun işareti, insanlar arasında ve yalnızlıktan eşit bir hal üzere bulunmaktır. Hafiflik ise, insanın şerefini giderir.

Vakar, bir büyüklenme hali değildir. Düşünceden ve şerefi koruma duygusundan, ilmin ve hilmin kuvvetinden ileri gelir. Hafiflik ise, ahmaklık ve az akıllılık nişanıdır. Gereksiz yere öteye beriye bakıp durmak veya gidip gelmek, bazı organları oynatmak, her söze önemle kulak vermek, gereksiz sorular sormak, soru ve cevablarda acele etmek, elbise ve kıyafete gereğinden fazla düzen vermek hep hafiflik eseridir. Onun için insan, böyle hafif sayılacak hareketlerden kendisini korumalıdır.

96- Himmet: Yüksek bir irade, kalbin bütün ruh kuvveti ile Yüce Allah'a ve kutsal amaçlara yönelmesi demektir. Bunun karşıtı, huyun aşağılığı ve bayağı şeylere istek göstermesidir. İnsan himmetine göre yükselir. "Himmetin yüksekliği imandandır." Yüksek gayelere yetişmek arzusu, üstün bir himmetin nişanıdır.

Daima yükseklik aynasına gözünü dik ki,

Gözünden himmet nuru yansıyıp parlasın...

97- Yüsr: Kolaylık, zenginlik, bir şeyin yapılması veya yapılmaması üzerinde kolaylık göstermek demektir. Karşıtı, Usr (güçlük) sözüdür. Çetinlik demektir. İslamda kolaylık bir esastır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır:

"Müjdeleyiniz, tiksindirmeyiniz. Kolaylık gösteriniz, güçleştirmeyiniz."

Onun için insanların kalblerini sevindirmek, nefret doğuracak şeylerden kaçınmak ve insanlara her işte kolaylık göstermek esastır. Bir hadis-i şerifin yüksek anlamı şöyledir:

"Din kolaylıktır. Dinde üstünlük yarışına çıkan herhangi bir kimseye, din muhakkak üstün gelir."

Artık kutsal İslam dininin bütün insanlık için rahmet olan bu mübarek esasını güzelce bilmeli, onun her yönü ile kolay olan ve uygulaması çok uygun olan emirlerine ve hükümlerine gereği üzre bağlanmalıdır. Onun gösterdiği geniş ve nurlu yolu izlemeye çalışmalıdır. İnsan ancak bu şekilde selamete ve hidayete kavuşur, mutluluğa erer. Bizleri böyle yüksek bir dine kavuşturan Yüce İlahımıza ne kadar şükretsek yine kulluk görevimizin milyonda birini yerine getirmiş olamayız. Ancak onun ezelî ve ebedî olan yüce varlığına sığınarak kusurlarımızın ve günahlarımızın bize bağışlanmasını kırık bir duygu ile, değersiz bir ifade ile istirham eder, af ve keremlerine kavuşmayı şu değersiz ve günahkar yalvarışımızla dileriz.

"Övgü ve sevgi âlemlerin Rabbına, yardım ve teslimiyetler efendimiz Muhammed'e, soyundan gelenlere ve bütün sohbet dostlarına olsun."



Hiç yorum yok: